9 Aralık 2011 Cuma

Yönetim Sistemleri

1. Yönetim Sistemleri’nin Gelişimi
Yönetim görüşlerinde meydana gelen gelişmeleri, aralarında kesin sınırlar ve geniş ayrılıklar olmamakla beraber klasik, neo-klasik ve modern teoriler olmak üzere üç ana grupta toplamak mümkündür.
Klasik Organizasyon Teorisi Klasik Organizasyon Teorisi
Klasik teoride organizasyon, gaye ve hedeflerin gerçekleştirilmesi için bir araç olarak düşünülmekte, mevcut kaynaklardan maksimum düzeyde yararlanılarak organizasyonun gayelerinin gerçekleştirilmesi ön planda ele alınmaktadır.
Klasik Organizasyon Teorisi adı altında üç ayrı yaklaşım bulunmaktadır. Bu üç yaklaşım; öncülüğünü Taylor’un yaptığı “Bilimsel Yönetim Yaklaşımı”, öncülüğünü Fayol’un yaptığı “Yönetim Süreci Yaklaşımı” ve öncülüğünü Weber’in yaptığı “Bürokrasi Yaklaşımı”dır. Her üç yaklaşım da, organizasyonlarda etkinlik ve verimliliğin arttırılması için hangi ilkelere uyulması gerektiğini araştırmıştır.
Klasik Organizasyon Teorisi’nde iş ve pozisyonlar ile bunlar arasındaki ilişkiler ön planda değerlendirilirken, insan unsuru veri olarak kabul edilir ve psiko-sosyal karakteri ile psikolojik ve sosyal çalışma koşulları göz önüne alınmaz. Bunun anlamı, bu teori neyin, nasıl, ne zaman ve ne karşılığı olarak yapılacağının açık ve kesin bir biçimde tayin edilmesi gerektiğini ve bu iş, kural, yöntem ve disiplinine sıkı bir biçimde uymayanı ücretini kesme, işten atma gibi kesin cezalandırma önlemleriyle yola getirme zorunluluğunu ileri sürer. İşte bu özelliklerinden dolayı, klasik doktrin dar, sınırlı, mekanik ve bürokratik olmakla eleştirilmiştir.
1.2. Neoklasik Organizasyon Teorileri
Klasik görüşe karşı eleştiriler ikinci dünya savaşı öncesi başlamış ve bu arada bir çok sosyolog ve sosyal psikoloji uzmanı bu konuda çeşitli araştırmalar yapmıştır. İşletmelerin verimliliğinde insan unsurunun oynadığı önemli rol açığa çıkmıştır.
Organizasyonun sosyal ve beşeri yönünü öne alan Neoklasik Görüşün önderliğini yapan Mayo (1933), Roethlisberger (1941) ve onların izinden yürüyen Bakke, White, Gardner ve Moore (1955), Davis (1957), McGregor (1960), Dubin ve Likert gibi bilimadamları, eserlerinde zamanımızın en önemli sorununun bireyler ve organizasyonlar arasında işbirliği ruh ve anlayışının geliştirilmesi olduğunu ileri sürerek klasik organizasyonu bir bakıma eleştirmekte bir bakıma da tamamlamaktadır. Bu düşünceye göre organizasyon kavramı, önceden belirlenmiş bir tüzük şeklindeki bilimsel olmayan gruplardan oluşmakta ve biçimsel organizasyon tamamen biçimsel kalıp işlememekte, yerini sosyal ve psikolojik ilişkilerin geliştirildiği bir organizasyona bırakmaktadır.
Ancak neoklasik teori de örgütü oluşturan unsurların kendi başlarına birer varlık oldukları görüşünden kurtulamamış, motivasyon konusuna gereğinden fazla ağırlık vermiştir. Biçimsel ve biçimsel olmayan unsurların birleşmesini açıkça ortaya koymadığı ve motivasyon teorisini kıymetler, bunalım, öğrenme, psikoloji, sağlık teorileriyle birlikte ele almadığı için uygulamada beklenen sonuçlar alınamamıştır.
Öte yandan, toplumların sosyal değerlerinin zamanla değişmesi, çalışanlarla işverenler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde devlet ve sendikaların etkin olmaya başlaması, organizasyonu oluşturan grupların davranışlarını büyük oranda etkileyip, karşılıklı tutumlarının değişmesine neden olmuştur. Bu durumda, dinamik bir yapıya sahip olan organizasyonun, zaman içinde oluşumu ve gelişimi, çevre koşullarındaki değişime paralel olarak düzenlemeli ve özellikle beşeri unsurun davranışlarındaki değişimlerin dikkate alınması gerektiği fikri yeterince ortaya çıkmamıştır.
1.3. Modern Yönetim Düşüncesi
Yönetim ve organizasyon konusundaki modernizasyon yaklaşımları, 1950 - 1960 yılları arasında Modern Yönetim Düşüncesinde neoklasik yaklaşıma paralel olarak başlatılmıştır. İşte bu yaklaşımın temelini oluşturan akımlar Sistem Yaklaşımı ve Durumsallık Yaklaşımı’dır.
2. Sistem Yaklaşımı’nın Doğuşu
1950’lerden günümüze kadarki dönem bir gelişme ve sentez dönemidir. Bu dönemde psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi bilimlerin gelişmesinden ve sistem kavramından yararlanılmıştır.
Modern organizasyon teorisinin temelini sistem görüşü temsil eder. Bu teorinin en önemli özelliği analitik bir temele sahip olmasıdır. Organizasyonların karmaşık yapıya sahip olması kesin kurallarla yönetilmesini imkansızlaştırdığından organizasyonbilimciler yeni bazı boyutları düşünmeye başlamışlardır. Eski Çin, Mısır ve Roma uygarlıklarına kadar giden organizasyon kavramı devamlı değişmiştir. Sistem yaklaşımı da bu yaklaşımın safhalarını oluşturmuştur. Sistem Yaklaşımı her ne kadar Modern Yönetim düşünceleri arasında sayılsa da sistem anlayışı çok eskilere dayanmaktadır. Aristo’nun “bütün, parçaların toplamından daha fazladır” sözü, sistem görüş açısını ifade etmektedir.
Sistem kavramının önemi “beşeri ilişkiler” hareketinin başlangıç noktasını teşkil eden Hawthorne araştırmalarından anlaşılmıştır. Yirminci yüzyılın başlarında işletmeler gözden geçirilirken verimlilik bir sorun olarak görülmekte ve organizasyonların amaçlarına neden ulaşıp ulaşmadıkları düşünülmekteydi.
İlk olarak diğer bilim dallarında uygulanmış ve biyoloji dalında düşünülmüştür. Bertalanffy, Genel Sistem Teorisi’nde, her olayı belirli bir çevre içinde başka olaylarla ilişkili olarak incelemenin olayları anlama, tahmin ve kontrol etme açısından daha etkin olduğu ileri sürülmüştür. Bertalanffy, biyolojide uyguladığı sistem teorisini diğer alanlara da uygulamak istemiş ve çeşitli disiplinler için ortak prensiplerin var olduğunu göstererek hepsine uygulanabilecek genel bir analitik model geliştirmeye çalışmıştır. Diğer bir bilim adamı ise, sibernetik alanında öncülük yapmış matematikçi Norbert Wiener’dir. 1948 yılında, aynı amaçlar çerçevesindeki sistemlerin birleşiminin yapısını oluşturmak konusuyla ilgili önemli bir kitap yayınlamıştır. Böylece “genelci” ve “bütüncü” bir görüşün yönetim ve organizasyon konularına uygulanması ile yönetimde sistem yaklaşımı adı verilen yeni düşünce tarzı ortaya çıkmıştır.
2.1. Genel sistem teorisi ve tarihçesi
Sistem kavramının çok eski bir geçmişi vardır. “Sistem Yaklaşımı” veya “Genel Sistem Teorisi”, 19.yüzyılın başında şekillenmeye başlamıştır. Bu konuda en eski ve temel kavramlar Alman filozofu, Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) tarafından ileri sürülmüş, ancak o dönemde yeterince ilgi uyandıramamıştır. Bununla birlikte, Enerji Mühendisliğinin gelişmeye başladığı dönemlerde önem kazanmaya başladığı söylenebilir.
20. yüzyılın başlarında Köhler, konuyu fizik alanında incelemiştir. Lotka ise, 1925 yılında sistem kavramını genel olarak ele almış ve temel formüller geliştirmiştir.
Bu dönemlerde sistemleri açıklamaya yönelik iki görüşten sözedilmekteydi; birincisi, “Mekanistik Görüş”; her oluşumun esasının fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olduğunu savunuyordu. İkinci görüş ise “Vitalistik Görüş”; buna tepki olarak canlılığın metafizik kurallara bağlı olduğunu ileri sürmekteydi. Ancak, 1937 yılında Ludwig Von Bertalanffy’nin “Genel Sistem Teorisi” adıyla sunduğu bir bildiri, bu alandaki en önemli çalışmalardan biri olmuştur.
Genel Sistem Teorisi uygulama alanında en geniş haliyle üç ana başlıkta ele alınmıştır:
Sistem Mühendisliği
Yöneylem Araştırması
Beşeri Mühendislik (Human Engineering)
Genel Sistem Teorisi çalışmalarında ise iki yöntemden söz edilebilir. Birincisi, Ludwig Von Bertalanffy’nin geliştirdiği temelde deneysel olan bir yöntemdir. Buna göre, sistemler algılandıkları biçimde gözlenip incelenir ve daha sonra bu gözlem sonuçları ifadelendirilir.
İkinci olarak ise, Ashby’nin düşünülebilen bütün sistemleri gözönüne alarak bunları, üzerinde işlem yapılabilecek, yargılara varılabilecek en uygun boyuta indirgediği yöntem yer almaktadır. Her iki yöntemin de üstünlükleri ve sakıncaları bulunmaktadır. Belirtilmek istenen genel sistem teorisi çalışmalarında tek bir yöntemden söz edilemeyeceğidir. Bu teorinin amacı, genel olarak sistemlere uygulanabilecek genel prensiplerin oluşturulması ve formülasyonudur.
Kenneth E. Boulding ise genel sistem teorisinin yerini şöyle tanımlamıştır; “Genel sistem teorisinin amacı, ilgili disipline ilişkin teorilerden ve saf matematikten yararlanarak yeni bir model inşasıdır.”
Görüldüğü üzere temelde bu disiplinin amacı, bilimler arasındaki haberleşmeyi mümkün kılarak medeniyetin daha çabuk ilerlemesine katkıda bulunmaktır. Bu amaçla, 1954 yılında meydana gelen “The Society of the Advancement of General Systems Theory” adlı kuruluş, 1957 yılında “The Society of General Systems Theory” adını almıştır. Bu kuruluş, günümüzde “International Society of Social Sciences (ISSS)” adı altında varlığını sürdürmektedir.
1970’li yıllarda Ulrich, işletmeyi üretim yapılan, sosyal bir sistem olarak tanımlayarak yönetim alanında da Sistem Yaklaşımı’nın etkilerini göstermiştir.
2.2. Sistem Yaklaşımının Diğer Disiplinlerle İlişkisi
Yönetim bilimi ve sistem yaklaşımı: Yönetim bilimi, organizasyonun amaçlarını ve kaynaklarını dikkate alarak, bilimsel problem çözme teknikleriyle, organizasyonun uzun, orta ve kısa dönemli politika ve kararlarını belirlemektedir.
Yöneylem araştırması ve sistem yaklaşımı: Yöneylem araştırması, örgütün bütünleşik amaçlarına en iyi uyum sağlayacak biçimde organize (insan-makine) sistemlerin kontrol edilebilir problemlerinin çözümünde disiplinlerarası bir ekiple, bilimsel yöntem uygulamasıdır. Yöneylem araştırması, çözüm aradığı problemi tüm çevresindeki sistemle birlikte ele almakta ve yöntemin elverdiği ölçüde tüm bileşenleri incelemektedir.


Şekil 1 : Sistem Biliminin Diğer Disiplinlerle Olan İlişkisi
Endüstri mühendisliği ve sistem yaklaşımı: Endüstri mühendisliği, insan-makine ve diğer bileşenlerin oluşturduğu sistemleri bilimsel yaklaşımla ele almaktadır. Bu nedenle, sistem teorisiyle yakından ilişkilidir.
Sibernetik ve sistem yaklaşımı: Sibernetik sözcüğünün yaratıcısı, ünlü matematikçi Norbert Wiener’dir. Sibernetik, “Tüm hayvanlar ve makinalarla ilgili kontrol ve haberleşme teorisi” anlamına gelmektedir. Norbert Wiener’a göre sibernetik, ikinci endüstri devrimini temsil etmektedir. Bu yeni gelişimin amacı, sadece insan kaslarının yerini alan makinaların (1. endüstri devrimi), yine makinalar tarafından kontrol edilmesini (2. endüstri devrimi) sağlamaktadır. Sibernetiğin temel uğraş alanı sistem kavramıdır. Sadece, sistemlerde kontrol, haberleşme ve geri besleme kavramlarını derinliğine incelemesi ile genel sistem teorisinden farklılık göstermektedir. Sibernetik kavramında en önemli özellik geri beslemedir.
2.3. Sistem Analizinin Genel Görüntüsü
Sistem analizinin kendine özgü klasik ve neoklasik organizasyon teorilerinde üzerinde pek durulmamış bir görüş açısı vardır. Burada birbirine bağlı bir dizi sorudan hareket edilmektedir.
Sistemim stratejik parçaları nelerdir?
Parçaların karşılıklı bağıntılarının niteliği nedir?
Sistem içinde parçaları bağlayan ve birbirine uymalarını kolaylaştıran ana süreçleri nelerdir?
Sistemin ulaşmaya yöneldiği amaçlar nelerdir?
Sistemler çevreleriyle birlikte nasıl değişirler?
3. Sistem Yaklaşımının Temel Kavramları
Sistem Yaklaşımının ilk olarak biyolog Ludwig von Bertalanffy tarafından “Genel Sistem Teorisi” (Allgemeine System Theorie) adı altında ortaya çıkarıldığından daha önce söz etmiştik. Bertalanffy, o güne kadar fizik alanında çalışılan tüm sistemlerin kapalı olduğuna, dış dünya ile etkileşim içinde olmadıklarına dikkat çekti. Oysa bir biyolog olarak çoğu fenomen için böyle bir yaklaşımın imkansız olduğunu biliyordu. Yaşayan bir organizmanın çevresinden ayrıldığında, kısa bir süre içinde oksijen, besin ve su yetersizliğinden öleceğini hatırlatarak organizmaların açık sistemler olduğunu ve açık sistemlerin sürekli olarak çevreleriyle madde ve enerji değişimi yapmadan yaşayamayacaklarını dile getirdi. Böylece ilk kez dış çevre faktöründen bahsedilmiş oldu.
Açık sistemlerin kendileri dışındaki sistemlerle etkileşim içinde olmaları, bu tür sistemlerin en büyük özelliğidir. Bu etkileşimin iki yolu vardır: Girdi ve Çıktı. Girdi, sisteme dışarıdan gelen herşey, çıktı ise sistemden çevreye gitmek için ayrılan herşey olarak tanımlanabilir. Sistem ve çevre bir sınırla birbirlerinden ayrılırlar. Örneğin canlı sistemlerde deri, sınır görevini görür. Bir sistemin çıktısı, genellikle girdinin direk ya da endirek sonucudur. Dışarı çıkan herşey daha önceden içeri girmiş olmalıdır. Tabii ki sistem girdi ve çıktı arasında kalan bir geçiş tüneli değildir; aktif bir işlemcidir. Örneğin aldığımız oksijen vücudumuzdan karbondioksit olarak çıkar. Girdinin sistem tarafından çıktıya dönüştürülmesi işlemine dönüşüm (transformation) denir.
3.1. Sistem Kavramı
“Sistem, bir veya daha çok amaca veya sonuca ulaşmak üzere aralarında ilişkiler olan fiziksel veya kavramsal, birden çok bileşenin oluşturduğu bütündür.”
Burada dört önemli öğe vardır: sistemin parçaları olan birden çok soyut veya somut bileşenin bulunması, sistemi bir yığın olmaktan kurtaran ve birbirine bağlayan bileşenler arasındaki ilişkiler, bu bileşenlerin oluşturduğu bütün (fonksiyonunu yerine getiren bir oluşum) ve bu bütünün bir amacının olmasıdır.
Oxford Engilsh Dictionary’e göre sistem, karmaşık bir birim oluşturmak için birbirine bağlanmış veya birleştirilmiş set veya takımdır. Belli bir plan veya projeye göre sırayla düzenlenen parçaların oluşturduğu bütündür.
3.2. Sistem Nedir?
Sistem, kaos olmayan herhangi bir durumdur (Kenneth Boulding, 1985).
Sistem, organize edilmiş unsurlardan oluşan bir yapıdır (Churchman, 1979).
Sistem, bir amacı gerçekleştirmek için organize edilmiş iletişim hatları ile birbirlerine bağlı insan, makine ve materyal toplamıdır (İş Yönetimi).
Sistem, bazı fonksiyonları gerçekleştirmek için tasarlanmış entegre bir bütün oluşturan, karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen birim ya da elemanlar topluluğudur (Lars Skyttner, 1996).
Bir ilişkiler sistemi ve etkileşim içinde olan sistem parçalarının veya öğelerinin düzenli bir şekilde biraraya getirildiği, organize veya karma bir bütündür.
Gerçekler, ilkeler ve doktrinlerin belli bir düşünce ve bilgi alanında, düzenli ve kapsamlı bir şekilde bir bütün oluşturmasıdır.
Sistem, birbirleri ve birbirlerinin nitelikleri arasında ilişkiler olan nesneler dizisidir.
Sistemin bölümleri şöyle özetlenebilir:
Temel bölümü, birey ve bireyin oluşturduğu bir organizasyon kişiliği,
Biçimsel organizasyon düzeni,
Biçimsel olmayan organizasyon,
Statü ve rol düzenlenmesi,
Fiziksel ortam.
, işletmenin formal yapısını kendisine inceleme ve araştırma sahası olarak alan, organizasyon konusunda ortaya çıkan ilk teoridir. Bu görüş Fransa’da Fayol (1916), Amerika’da Taylor (1911), Mooney ve Reiley (1932), Allen (1958), İngiltere’de Urwick (1928 ve 1943) ve Brech (1957)’in eserlerinde göze çarpmaktadır.
Şekil 2. Flood’un sistem modeli

Sınır Kapsamı: İnsan Kaynakları, Malzeme Kaynakları, Finansal Kaynaklar , Bilgi Yönetim (Karar verme, planlama, kontrol, yapılandırma), Üretim, BakımDestek ve AdaptasyonSınır Kapsamı (çıktı işlemleri) : Satış çıktıları, Reklam ve Halkla İlişkiler

Şekil 3:
Sistem, bir çok alt sistemden oluşan, ve bu alt sistemlerin her birinin kendi özellikleri olmasıyla birlikte, birbirleriyle karşılıklı etkileşim içinde bulunduğu bir bütündür. “
Bütünü oluşturan parçalar birbirlerini etkilediği gibi bütünü de etkilerler. Alt sistemlerden herhangi birinde aksaklık olduğunda bu, bütüne de yansıyacaktır. Yani, sistemdeki bir durumu anlayabilmek, onu oluşturan alt sistemleri ve bu sistemlerin birbirleriyle olan ilişkilerini inceleyerek mümkün olabilir.
Sistem yaklaşımının temeli, asıl önemli olanın bütün olduğu ve parçaların bu bütünü etkilediği oranda önemli olduğu görüşüne dayanmaktadır.
3.3. FEEDBACK (GERİ BESLEME)
Bir sistemde dönüşümün olduğu yerde girdi ve çıktılar da bulunur. Girdiler, çevrenin sisteme etki etmesinin sonucu iken çıktılar, sistemin çevreye etkisinin sonucudur. Girdi ve çıktı, “önce ve sonra” ya da “geçmiş ve şimdi” gibi zaman sürekliliğiyle ayrılırlar.
Her dönüşümün sonunda oluşan bilginin tekrar sistemin girdisine girdi verisi olarak gönderilmesiyle geri besleme oluşur. Eğer bu yeni veri, dönüşümü öncekilerle aynı yönde etkiliyor, ya da dönüşüme pozitif bir ivme kazandırıyorsa bu, pozitif bir geri beslemedir. Eğer yeni veri önceki sonuçların tersi yönde bir etkide bulunuyorsa bu, negatif bir geri beslemedir.
Geri beslemelerde her artı başka bir artıya yol açar; çığ etkisi vardır. Buna bir çok örnek sayabiliriz: nüfus patlaması, zincirleme reaksiyon, endüstriyel genişleme, enflasyon, kanser hücrelerinin çoğalması, vb. Bir eksi başka bir eksiye yol açtığında ise olaylar tamamen durur. Tipik örnekleri: iflas ve ekonomik depresyon.
Dış çevreden sağlanan geribildirimle sistem, dinamik bir denge sağlayabilir. Denge, organizasyon sabit bir konuma ulaştığında oluşur ve böylece yokolma tehlikesi ortadan kalkar.
4. Sistem’in Özellikleri
Bir sistem açık veya kapalı olabilir.
Açık sistem yaşamak için dış çevreyle ilişki kurmalıdır: Bu, sistemin dinamik bir denge sağlaması için gereklidir.
Her sistemde bir amaç ve amaçlar vardır: Her sosyal sistem belirli bir amaca ulaşmak için kurulmuştur ve sisteme hüviyetini kazandıran da budur.
Sistemler çevre ile ilişki kurarlar.
Sistemde geribildirim ilişkisi vardır: Sistem bu sayede eksikliklerini ve aksaklıklarını öğrenebilir.
Sistemin kesin sınırları yoktur. Ancak, bir sistemin varlığından bahsedebilmek için onu dış çevreden ayıran sınırlarının olması gerekir. Organizasyon dış çevreden ayırt edilmelidir.
Sistemin alt sistemleri vardır.
Sistemde olumlu ve olumsuz “entropi” görülür: Bir sistemde faaliyetlerin bozulması, dengenin kaybolması ve sonunda sistemin durması yönünde bir eğilim vardır. Entropi, bu eğilimi ifade eder. Kapalı sistemler, entropinin etkisinde kalır. Enerji kaybındaki artış sonuçta sistemin ölümüne neden olur. Açık sistemler, bunun üstesinden gelebilme yeteneğine sahiptir.
5. Sistem Çeşitleri
5.1. Kenneth Boulding’in sınıflandırması
Kenneth Boulding
Statik yapı düzeyindeki sistemler;
Bazı belirli hareketlere sahip basit dinamik sistem düzeyi; buna örnek olarak da güneş sistemi, yıldız sistemleri, saatlerin çalışması gösterilebilir.
Kontrol mekanizmalı sistem veya sibernetik sistemi; bu sistem dengeyi koruma bakımından kendi kendini otomatik olarak ayarlayabilmektir. Buna örnek olarak termostat, makineli tüfekler gösterilebilir.
Kendi kendini koruyucu ve çevre ile etkileşimi olan açık sistem; buna örnek olarak canlı hücreleri gösterebiliriz.
Jenetik-toplumsal düzey sistemi;
Hayvan Sistemi;
İnsan Sistemi;
İnsan örgütü sistemleri veya Sosyal Sistemler;
Fizik ötesi sistemler; bunlar kaçınılmaz bilinmeyenler, nedeni tam izah edilemeyen olaylardır. Sistematik yapıyı ve ilişkileri ortaya koyar. Matematikdeki postula ve bağıntılar gibi, bunları ispat etmek mümkün değildir. Ancak, varlıkları kabul edilmektedir.
aile, ordu, millet, devlet, okul, işletme, arkadaş grubu gibi biçimsel olarak kurulsun veya biçimsel olmayan şekilde kendiliğinden oluşsun, insan gruplarının meydana getirdiği sistemlerdir. Tüm insanları birarada tutan ve kaynaştıran, ortak amaçları, dilleri, değer ve inanç sistemleri ile maddi ve manevi çıkarları vardır. Bu insanlar belirli gün veya günün belirli saatlerinde belirli bir yerde ve düzen içinde birarada olmayı sadece çıkarlar açısından değil duygusal açıdan da uygun görmektedirler. Çünkü insan, yalnız olduğu zaman kendisini zayıf ve güçsüz hisseder, başka insanlarla birarada bulunmak ister, diğer bir deyimle, sosyaldir. Her insan, kendisi bir sistem olduğu gibi, sosyal sistemlere girerek onun bir parçası, elemanı veya alt sistemi olmaktadır.
bu sistem çevre ile etkileşim, hareketlilik, kendi farkında olma yanında dil ve sembol kullanarak fiziki çevresi sınırları dışında da etkili olabilmektir.
bu sistem çevresiyle etkileşim halinde olduğu gibi artan bir hareketliliğe sahiptir. Kendinin farkındadır, diğer bir deyimle yaşamak için yiyecek arar, tehlikelerden kaçar, dost bildiklerine sığınır.
bu sistem çevresiyle etklileşim halindedir. Ancak hareketli değildir. Örnek olarak bitkileri gösterebiliriz.
buna örnek olarak masa, sandalye, binalar gösterilebilir.
5.2. Ludwig von Bertalanffy’nin sınıflandırması
Ludwig Von Bertalanffy’ye
Gerçek Sistem
Kavramsal Sistem
Soyut Sistem
Canlı ve Cansız Sistemler:
Açık / Kapalı Sistemler:Açık sistem, sürekli madde, enerji ya da bilgi transferi yapabileceği bir çevreye bağımlıdır. Kapalı sistem, sadece bilgi girdisi(enerji) için açık olan sistemdir.
Biyolojik özelliklere sahip sistemlere canlı sistemler, doğum ölüm gibi gerçek anlamda canlılık göstermeyen sistemlere ise cansız sistemler denir. (Yapı ve genetik, kontrol ve özgürlük)
: Gerçeklikle aynı olan kavramsal sistemler (trafik modeli, bir köprü).
: Sembolik fikir yapıları (dilbilimi, matematik, mantık).
(Somut ya da Fiziksel):Sonuçları gözlemlerden çıkarılan, gözlemciden bağımsız olarak bulunan sistemlerdir. Sonradan yapılmış ya da doğal, canlı veya cansız sistemler olabilirler.
6. Sistemlerde Hiyerarşi
6.1. Cansız Sistemler
Birinci düzey
İkinci düzey
Üçüncü düzey
6.2. Canlı Sistemler
Dördüncü düzey
Beşinci düzey
Altıncı düzeyde
Bir sonraki düzey, insan düzeyidir. Hayvanların sahip olduğu özelliklerin hemen hepsine ilave olarak daha karmaşık düşünebilme yeteneğinin yanında insan, sadece bilmeyip bildiğini de bilmektedir (kendi kendinin bilincindedir).
İnsanı çevreleyen sosyal organizasyon ayrı bir kategori olarak kabul edilmektedir. Kullanılan teoriler, sosyal yapısı, ekonomik durumu, tarihi ve kültürü gibi unsurlarına ilişkin kurallardır.
Hiyerarşik yapıyı tamamlamak için sembolik sistemler adında bir düzey eklemeye gerek duyulmuştur. İlk sekiz düzeyde olmayıp da sistem özelliği gösteren dil, mantık, matematik, sanat ve hatta bugün bilmediğimiz tüm sistemler bu düzeyin konusudur.
6.2. Açık ve Kapalı Sistemler
Sistemin çevresi kavramı, bu iki tip sistemin tanımlanmasında önemli rol oynar. Kapalı sistemler, kendisi dışında hiçbir sistem olmayan veya çevresindeki sistemlerden hiçbir şekilde etkilenmeyen sistemlerdir. Açık sistemler ise, mutlaka bir çevresi ve onlarla ilişkileri olan, haberleşen ve birbirlerini değiştiren sistemlerdir. Tüm canlı sistemler açık, cansız sistemler ise kapalı sistemlerdir. Termodinamiğin ikinci yasasına göre sistemler, maksimum entropi yönünde hareket ederler. Açık sistemler aynı son duruma farklı başlangıç koşullarından ulaşabilirler. Bunun nedeni, açık sistemlerin çevreyle farklı etkileşimde bulunabilmesidir. Bu özelliğe “Eş-sonluluk” denir. Kapalı sistemlerde geri-beslemelerle ulaşılan denge durumu hem başlangıç koşullarına hem de sistemin yapısına bağlıdır.
Kapalı sistemler, kendi başına süreklidir ve dışarıdan enerji ve kaynak almaz. Çevreleriyle ilişki içine girmeye ihtiyaçları yoktur. Enerji kullanımı olmadığından entropi adındaki çökme durumunu yaşarlar. Organizasyonlarla ilgili en önemli ilerleme, onların kapalı bir sistem olmadığının anlaşılmasıdır. Çünkü onların, enerji sağlamak için dış çevrelerine gereksinimleri vardır. Açık sistemler entropiden kaçınabilirler ve fiziksel, insan ve finans kaynakları şeklinde enerji girişi sağlayarak negatif entropi adında bir durum yaratabilirler.
Açık sistemler organizasyonların dış çevrelerindeki önemli kaynaklardan enerji temin etmeleri (girdi) gerektiğini kabul eder. Örneğin, GM bağımsız tedarikçilerden parçalar, işçi kurumlarından işçiler ve yatırımcı ve borç verenlerden nakit temin eder. Bunun yanında, çıktılarını işletmenin dışında yer alan müşterilerine satar. Ürünlerin ve hizmetlerin satışı, nakit akışına yol açar ve sisteme daha fazla enerji girişi sağlar. Dış çevrenin diğer birçok yönü de her işletmenin varlığı açısından kritiktir.
Dış çevreye cevap vermede organizasyonlar iki tür kuvvetle mücadele etmek zorunladırlar. Birincisi, organizasyonun yaptığı işe devam etmesini ve yeni malzeme ve bilgi almamasını teşvik eder. Diğeri ise, organizasyonu değişmeye sevk eder. Verimli (efektif) organizasyonlar, ikisini dengelemeye çalışarak kaos veya hızlı değişimden kaynaklanan belirsizliğe yolaçmaksızın, gerekli değişimi gerçekleştirirler.
, hayvanlar düzeyine ulaşılır. Bu düzeyin en büyük özellikleri, artan hareketlilik, çevreyle iletişim ve kendi varlığının farkında olmalarıdır. Bu düzeydeki sistemler, gelişmiş sinir sistemine sahiptir.
, ilkel organizmalar düzeyidir. Daha az bilgiyle varlığını sürdüren nispeten gelişmiş bir iş bölümüne sahip yaşayan organizmalardan oluşur. Bu düzeye bitkiler örnek verilebilir.
, açık sistemler veya kendi varlığını sürdürebilen sistemler düzeyidir. Canlılık başlamıştır bu yüzden hücre düzeyi adı verilir.
, denetim düzenine sahip sibernetikleri içeren denetim düzeyidir. Sibernetik, geribesleme ve bilişim teorileri kullanılmaktadır. Termostat örnek olarak verilebilir.
, gerekli faaliyetleri önceden düzenlenmiş ilkel dinamik sistemler düzeyidir. Bu düzeye, saat gibi işleyen sistemler düzeyi denir. Güneş sistemi buna en iyi örnektir.
, statik yapı düzeyidir. Çatı (ana) düzey adı da verilir (framework).
göre sistem çeşitleri (1972):
yeryüzündeki sistemleri basitten karmaşığa doğru belirli bir hiyerarşi içinde dokuzlu bir sınıflamaya tabii tutmuştur.
İşte sistem yaklaşımı bütünü oluşturan bu parçaları, bunların birbirleriyle olan ilişkilerini bir arada incelemektedir.” Girdi ve çıktı kısımları açık sistem modellerinin kritik kısımlarıdır. Çünkü, bunlar organizasyonun dış çevreyle olan içyüzünü temsil etmektedir. Bu girdi ve çıktı fonksiyonları sınır kapsamı (boundary spanning) altsisteminin bir parçasıdır. Girdi altbirimleri, kaynakların ve bilginin organizasyona sağlanmasından sorumludur. Çıktı birimleri ise, organizasyonla ilgili bilgilerin yayılması ve firma çıktılarının dağıtımının sağlanmasından sorumludur. Burada önemli olan nokta, bu faaliyetlerin çalışanların karşılıklı olarak birbirleriyle ve dış çevreyle yoğun bir şekilde gerçekleştirdiği etkileşimlerinin varlığıdır. Dış çevrenin hem enerji ve hem de organizasyon için büyük bir belirsizlik kaynağı olduğu unutulmamalıdır ve organizasyonlar, yaşamak için çevresiyle alışveriş halinde bulunmalıdır.
Sistem modelinin geriye kalan prosesi, dönüşüm sürecidir. Birkaç önemli olay gerçekleşmektedir. İlki, girdilerin çıktıya dönüştürülmesinden sorumlu olan üretim altsistemidir. İmalat firması olan GM’da çelik, plastik, dış lastik gibi sayısız girdi, işçilik, sermaye ve bilginin de kullanımıyla, taşıt şekline dönüştürülmektedir. Diğer faaliyetler de dönüşüm sürecini desteklemek için gereklidir. Organizasyonlar, değişen dış çevreye uyum sağlayabilmek için durağanlık ve öngörüye gereksinim duyarlar. Durağanlık ve öngörü iki önemli altsistemin sorumluluğudur.
Yönetim
Uyarlama altsistemi
7. Sistem olarak Organizasyon
Organizasyon tanımımız aynı zamanda sistem kavramını da içermektedir. Sistem teorisi, organizasyonların yapısına ve organizasyonun bileşenleri arasındaki karşılıklı dayanışma ve ilişkilerine odaklanarak modellenmesinde kolay bir yol sağlar. Sistem teorisi, organizasyonların parçalardan oluştuğu ve bu parçaların organizasyonun amaçlarını gerçekleştirmek üzere birbirleriyle etkileşim içinde olduğu düşüncesini taşır. General Motors (GM) firmasının satınalma departmanı çelik, dış lastik, boya, tel gibi otomobil yapmak için gerekli birçok parçayı alır. İnsan kaynakları departmanı, gerekli becerilere sahip çalışanların alınmasını sağlamak, eğitim, ücret ve idari işlerini gerçekleştirerek, onları motive etmek durumundadır. Üretim, malzeme ve insan girdilerini alarak otomobil çıktısını sağlar. Pazarlama departmanı, reklamların yapılması, üretim altsisteminin ürettiği arabaların satışını kolaylaştıracak satış stratejilerinin gerçekleştirilmesini sağlar. Tipik bir organizasyonda departmanlar ve birimler firmanın hedeflerini gerçekleştirmek üzere birbirlerini etkilemelidirler.
(adaptation subsystem)’nin çevresi, istikrar ve öngörü ihtiyacına karşın organizasyonun değişen dış çevre talebine cevap verebilmesidir. Ar-Ge ve Pazar Araştırması gibi departmanlar, yenilikler yaratmaya çalışırlar ve firmanın değişime ayak uydurmasına yardımcı olurlar. Genellikle, çevrenin değişen koşullarında barınabilmek için organizasyonların kendisi değişmeye ihtiyaç duyar. Bu değişiklikler üretimdeki yenilik faaliyetleri, dönüşüm sürecindeki teknolojik değişiklikler ve organizasyonun yapısındaki ve planındaki değişiklikler olabilir.
, çeşitli altsistemlerin koordinasyonu ve kontrol faaliyetlerinden ve organizasyonun hedeflerine ulaşma, dizayn ve yapısından sorumludur. Bu fonksiyonlar, organizasyon içinde öngörülü ve durağanlık etkileşimi sağlar. İkincisi, düzgün, sorunsuz işler bakım ve destek altsistemi (maintenance subsystem) nin sorumluluğudur. Bu altsistemdeki faaliyetler, insanların temizlemesi ve tamir etmesiyle üretim vasıtalarının bakımı ve kanuni birimler, klinikler, bilgi sistemleri ve diğer gerekli ama merkezi olmayan fonksiyonlar gibi, destek tesisat ve vasıtaların işletilmesini kapsar.
Bu departmanlar arasında kritik ilişkiler ve bağımlılıklar yeralmalıdır. GM’de, üretim ve insan kaynakları departmanlarının işletmenin üretim için gerekli özelliklere sahip yeterli sayıda çalışanının olması konusunda birlikte çalışmaları gerekmektedir. Satınalma ve üretim departmanları ise, üretim için gerekli olan hammaddenin akışını birlikte planlamalıdır. Hammaddenin fazla olması, maliyetli olacak, nakit bağlanmasına neden olacak ve stoklar oluşacaktır. Tam zamanında üretim (Just-In-Time) gibi yeni sistemler, üretim ve satınalmanın karşılıklı bağımlılığının yapısını değiştirmiş ve koordinasyon çok daha kritik hale gelmiştir. Bunun gibi birçok örnek verilebilir. Koordinasyon eksikliği, fazla mesai yapan işçilere, malzemenin tükenmesine, hatalı ürünlerin üretimine, siparişlerin zamanında yetiştirilememesine, müşterinin memnuniyetsizliğine ve kazanç kaybına neden olmaktadır.
Sistemlerin diğer iki karakteristik özelliği de bütünlük ve sinerjidir. Bütünlük, sistemin işleyen bir bütün olarak düşünülmesidir. Sistemin herhangi bir yerinde gerçekleşen bir değişiklik, sistemin tümünün etkilenmesine neden olur. Dolayısıyla, değişimlerin herhangi bir birimi etkilemesi durumunda, organizasyonun her bir biriminin performansı dikkate alınmalıdır. Sinerji, sistemde çalışan parçaların karşılıklı etkileşimi anlamına gelmektedir. Bir organizasyonda birbirini etkileyen parçaların toplamı, bunların ayrı ayrı çalışması durumunda oluşacak etkiden daha büyük bir etki yaratır. Yada genel bir tanımlamayla, 2+2 = 5 şeklinde ifade edilebilir. Sistemin her bir parçası görevini gerçekleştirirken diğer parçaların da performanslarını arttırmaktadır.
Sistem Teorisi’ne göre işletme dinamik, açık, kompleks ve amaç odaklı bir sosyo-teknik sistem olarak tanımlanmıştır. İşletmenin fonksiyon alanları da sistemin altsistemlerini oluşturmaktadır. Bu sistem, daha üst bir sistem tarafından (çevre) kapsanmaktadır ve diğer sistemlerle arasında mal, nakit ve bilgi akışı gerçekleşir.
İşletmeler, her alanın ayrı uzmanlık gerektiren bilgi ve becerileri nedeniyle üretim, satınalma, satış ve insan kaynakları gibi birbirinden ayrı departmanlar oluşturmaktadır. Ancak, bu departmanların karşılıklı koordinasyonu sonucunda organizasyonlar amaçlarını gerçekleştirebilirler.
Açık sistemlerde, dinamik örgütlerde örgütün farklı unsurları birbirleriyle ve zamanla daha büyük bir çevreyle etkileşim içine girerler. Bu nedenle, personel alt sisteminin örgütün diğer fonksiyonlarından ayrı düşünülemeyeceği ortaya çıkmıştır. Sonuçta, sistem yaklaşımıyla ele alındığında, personel sorunlarının örgütün diğer fonksiyonlarıyla ilişkilerinden soyutlanarak incelenemeyeceği, örgütte çalışan bireyin örgüt için yalnızca bir maliyet unsuru olmadığı, diğer kaynaklar gibi bulunup geliştirilmesi, etkinliğinin artırılması gereken, başarısı, örgütün bütününün başarısını tümüyle etkileyen bir unsur olduğu kabul edilmiştir.
Açık sistemler büyüdükçe daha özelleşirler. Örneğin, organizasyon genişledikçe, özelleşmiş departmanların sayısı artar, üretim hattı büyür, yeni ofis ve bölgeler oluşturulur. Büyüme çeşitli şekillerde olur. Örneğin, büyük bir imalat firması makul-fiyat makul-kalitede üretim yaparken, bir diğeri yüksek-fiyat yüksek-kalitede mallar üretebilir (otomobil sektöründe uygulandığı gibi; birincisine Chevrolet, ikincisine Rolls Royce örnek verilebilir).
Tablo1 : Sistemler ve fonksiyonları

AltsistemFonksiyonu

Sınır Kapsamı Girdi: İnsan kaynakları, satınalma, Pazar araştırması, yatırımcı ilişkileri, çevre incelemesi.
Çıktı: Satış, pazarlama, halkla ilişkiler, kamuoyu oluşturma.
Üretim Organizasyonun çıktılarını oluşturan fayda ve hizmetlerin üretilmesi. Örnekler, montaj hattı çalışanlarını, satış personelini ve tedarikçileri kapsamaktadır.
Bakım ve Destek Tüm altsistemlerin ve fiziksel vasıtaların düzgün bir şekilde işlemesinin sağlanmasına destek olur. Örnekler, fabrika faaliyetlerini, hukuk personelini, bekçileri, insan kaynakları yönetimini ve diğer destek personelini kapsamaktadır.
Uyarlama (adaptation) Çevredeki fırsat ve tehlikeler karşısında organizasyonun değişmesine yardım etmekten sorumludur. Araştırma-geliştirme, mühendislik, pazar araştırması ve diğer departmanların yenilenmesi ve değişmesinden sorumludur.
Yönetim Diğer tüm altsistemlerin birlikte düzgün bir şekilde çalışmasından sorumludur. İdare eder, kontrol eder ve diğer altsistemlerin işlerini koordine eder. Organizasyonel hedef ve stratejileri belirler. Örnekler, üst yönetim, departman yöneticileri ve denetçileri kapsamaktadır.
İşte sistem yaklaşımı, her bir birimi bir sistem olarak ele alıp, yönetim olaylarının ve birimlerinin birbirleriyle olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin niteliğini, kısaca yönetim olaylarını başka olaylarla ve dış çevre şartlarıyla ilşkili olarak incelemektedir.”
8. Sistem yaklaşımının önemi
Sistem kelimesi günümüzde en sık kullanılan kelimelerden birisidir. Hemen hemen her bilim dalında yer almaktadır ve büyük öneme sahiptir. Çeşitli bilim dallarında yapılan çalışmalar, diğer bilim dallarına yeterince aktarılamamaktadır. Bunun da disiplinler arasındaki haberleşme sorunundan kaynaklandığı düşünülmektedir. Genel sistem teorisinin amacı, genel ilişkileri bilimsel olarak tanımlayacak teorik ve sistematik bir çalışma alanı geliştirmektir.
Sistem yaklaşımında olaya bir bütün olarak bakma amaçlanmıştır. Böylece, birimler arasındaki ilişkiler görülecek ve gereksiz işlemler ortadan kaldırılabilecektir. Sonuçta, birimlerin tek tek iyi bir şekilde çalışıyor olması, bir bütün olarak ele alındığında sorun olmayacağı anlamına gelmez.
İşletme bilimi açısından ele alındığında amaç, karmaşık bir bütün olan işletmenin altsistem ve bileşenlerini incelemek ve bunların arasındaki ilişkileri belirleyerek elde edilen bilgilerle sisteme istenen yönü vermektir.
Yönetimde sistem yaklaşımı, yönetim problemlerinin ele alınmasında kullanılan önemli yollardan birisidir. Organizasyonu tek bir amaca sahip, birbiriyle ilişkili bir grup olarak ele alır. Bir kısımdaki bir faaliyet diğerlerini de etkilemektedir ve yöneticiler parçalarla tek tek ilgilenemezler. Örneğin, üretimde bir sorun ortaya çıktığında bunun çözülmesinin satış faaliyetini etkilemeyeceğini düşünmek yanlış olur. Sistem yaklaşımını kullanarak problem çözmede yöneticiler, organizasyonu dinamik bir bütün olarak incelemeli ve kararlarının maksatlı veya maksatsız etkilerini öngörmeye çalışmalıdırlar.
Yöneticiler sistem yaklaşımını kullanarak kendine özgü problemleri çözmezler. Bunun yerine, yönetim fonksiyonlarını (planlama, organize etme ve kontrol) kullanarak birbirleriyle ilişkili parçalardan oluşan sistemin bütününe müdahale ederler. Bireysel olarak yöneticiler, işlerine geniş bir perspektiften bakmayı benimsemelidirler. Sistem perspektifiyle, çeşitli kısımların amaçlarıyla organizasyonun amaçları arasında çok basit bir şekilde koordinasyon sağlamayı başarabilirler.
Yönetim, aralarında doğrudan ilişki kurulmamış bulunan kaynakların, amaca ulaşmak üzere bir sistem dahilinde bütünleşmelerini sağlayan bir süreçtir. Yönetici ise, sistemin amaçlarını gerçekleştirmek üzere teknik ve insan unsuru arasındaki işbirliğini sağlayan ve bu yolla işlerin yürütülmesini temin eden kişi olmaktadır. Bu niteliği ile yönetici, amaca ulaşmak için gerekli faaliyetleri bizzat yürütmekten çok başkalarının faaliyet ve işlerini koordine eden ve bütünleştiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yöneticiler, sistem yaklaşımının etkisiyle olayları, eskisinden farklı olarak, bir bütün çerçevesinde görmeyi başarmışlardır. Açık sistem düşüncesi, yöneticilerin diğer içsel ve dışsal gerçekleri gözönünde tutmaksızın, sadece örgüt yönetiminin tek yönüyle yetinerek karar vermelerini engellemektedir. Örneğin, bir yönetici mal veya hizmet üretir veya saterken mevcut kaynak durumunu, teknolojik gelişmeleri ve pazarın trendlerini de değerlendirmek zorundadır.
Sistem yaklaşımının bir diğer olumlu yönü de, çeşitli yönetim biçimlerini entegre etmeye yönlendirmesidir. Operasyon yönetimi ve örgütsel davranış, birbirlerinden esas olarak oldukça farklı da olsalar, sistem düşüncesinden ikisi de çok etkilenmiştir.
9. Sistem Yaklaşımı’na yöneltilen eleştiriler:
“Sistem ve Durumsallık yaklaşımlarının koşullara ilişkin değişkenlerle örgütsel değişkenler arasındaki neden-sonuç ilişkilerini ya da uyumu açıklamakta yetersiz kaldıkları görülmüştür.”
Sistem yaklaşımının soyut kavramlara dayanması ve genel olması nedeniyle çeşitli düşünürler yönetim görüşlerinin yarattığı kargaşadan kurtulamamışlardır; bu nedenle, sistem yaklaşımı yetersiz kalmıştır. Sistem yaklaşımının esas amacı, kantitatif yaklaşımlarla sonuç alınamayan konulara tüm bilim dallarınının etkilerini kapsayan genel formüller geliştirme ve kolay anlaşılabilir, ortak noktalar bulma amacını taşıyorsa da bunda başarılı olamamıştır.
Bazı yönetimbilimciler sistem düşüncesini daha çok entellektüel bir görüş, hoş bir terminoloji olarak kabul etmişler; ancak pek doğruluğu kanıtlanabilir ve pratik bir uygulama olmadığını da belirtmişlerdir.
10. Sonuç
Modern organizasyon teorisinin temelini oluşturan sistem yaklaşımı, ikinci dünya savaşından sonra egemen olmaya başlamış ve temelde biyoloji ve fizikte kullanılan bu teori, organizasyonlarda da başarılı bir şekilde uygulanmaya başlamıştır. Karmaşık yapılı organizasyonların incelenmesi ve beşeri ilişkilerin öneminin anlaşılmasıyla organizasyonlar sosyal sistemler olarak ele alınmıştır. Sistem yaklaşımı analitik bir özelliğe sahiptir ve Bertalanffy tarafından 1920'lerde ortaya atılan genel sistem teorisiyle başlamıştır.
Sistem teorisinde sistemin genel amaçlarının neler olduğunun belirlenmesi önemlidir. Sistemin stratejik açıdan önemli kısımları, bunlar arasındaki karşılıklı bağlılığın özelliklerinin araştırılması ve bu kısımları birleştiren süreçlerin neler olduğu temel noktadır. İşletmenin alt sistemleri ve üst sistemleri çevreyle devamlı ilişki halindedir
Sistem kavramı, tüm örgütü birbiriyle ilişkili altsistemlerden oluşan bir bütün olarak görmüş, böylece örgüt fonksiyonuna kavramsal bir çerçeve sağlamıştır. Klasik ve Neoklasik kavramları örgütü incelemelerine karşın modern örgüt kuramları, örgütü çevresiyle etkileşim içinde bulunan, çevreden sağladığı geri-veri ile entropiyi (sistemin kendi kendini sona erdirmesi) yenerek yaşamını sürdürebilen bir açık sistem olarak ele almıştır.
Sistem teorisi, son yıllarda da geçerliliğini koruyan temel bir teori olmuştur. Çok çeşitli görünen olaylara sistematik bir yaklaşımla odaklanmaktadır. Sistem olmaları gerçeğine dayanarak sistem davranışlarını tespit etmeye çalışır ve sistemi anlamaya ve kontrol etmeye çabalar. Çok yönlü bir yaklaşım olan sistem teorisi, dar kapsamlı bir teknikten geniş kapsamlı bir filozofiye doğru giden bir ilgi geliştirir.
Yönetim teknolojisi, geniş bir şekilde sistem teorisine dayanır. Sistem teorisi, organizasyon teorisindeki yönetim teknolojileri (planlama, programlama, bütçeleme sistemi) arasında kavramsal bir ilişki oluşturur. Organizasyon teorisindeki açık sistem kavramı, organizasyonlar ve çevrelerindeki (diğer organizasyonlarla) karşılıklı etkileşimi anlamaya yardımcı olması açısından çok değerlidir. Gittikçe artan sayıdaki değişen ve çeşitlenen organizasyonları uyumlu hale getirmek için kullanılmaktadır.
Sistem yaklaşımı 1970 yılından itibaren yerini sorunlara ayrıntılı bir biçimde yapılan araştırmalar ile çözüm arayan ‘Durumsallık Yaklaşımı’na bıraktı.
.
Sistemin unsurları ve yönetimdeki fonksiyonları

(Flood R. ve Johnson M., 1991), http://www.ies.luth.se/%7Ebail/iea324/GST(All-2)/sld003htm

Müslüman Sibernetik Alimi

Müslüman Sibernetik Alimi
Tam adı Bediüzzaman Ebu'l-İzz İsmail b. er-Rezzaz el-Cezeri'dir. Hayatı hakkında, kitabının girişindeki kısa açıklamanın dışında bilgi yoktur. 1181-1206 yılları arasında Amid'de (Diyarbakır) Artuklu hanedanının himayesinde bulunduğu söylenen Cezeri, 1205'te tamamladığı Kitab fi ma'rifeti'l-hiyeli'l-hendesiye adlı ünlü eseri Emir Nasirüddİn Mahmud'un isteği üzerine kaleme almıştır.

Cezeri lakabıyla şöhret bulmasının sebebi, Cezire (ada) denilen Dicle ile Fırat arasındaki bölgede doğmuş olmasıdır. Artuklu Türklerindendir. Diyarbakır'da dünyaya geldi

Cezeri, İslam medeniyetinin oldukça ilerlediği, Doğu Anadolu'da kültür faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir devrede ilim ve imar işlerinde bir hayli ilerIeyen Artukoğulları sarayına girdi. Orada 32 yıl Reis-ül amal (başmühendis) olarak görev yaptı. Nureddin Muhammed (1167) ve onun oğulları Kutbeddin Sökmen (1185) ile Nasüriddin Mahmud'un (1201) hükümdar oldukları dönemlerde büyük hizmetlerde bulundu. Karaaslan tarafından Hısn Keyfa'da inşa ettirilen muhteşem köprü ile onun altındaki çarşı, han, hamam ve mahallelerin imarında emeği geçti.
Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/makaleler/323110-musluman-sibernetik-alimi-akit-ulku-kumral.html#post2316281

Cezeri, sadece otomatik sistem kurmakla yetinmeyip, otomatik olarak çalışan sistemler araşında denge kurmayı da başarmıştır o Aradan 800 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra sibernetiğin babalarından sayılan İngiliz Nöroloji Profesörü Dr. Ross Ashby, ancak 1951'de " Üstün Denge Durumu"nu ortaya atabilmiştİr. Ve ancak ilk defa o zaman otomatik olarak işleyen sistemlerin üstünde bunları kontrol eden sistemlerden söz edebilmiştir. Her ne kadar Fransızlar, sibernetik ve elektronik sistemin Descartes (1596-1650) ve Pascal'la (16231662), Almanlar Leibniz'le (1646-1716), İngilizler de Roger Bacon'la (1214-1294) başladığını söylerlerse de, gerçekte Cezeri, bu fikri, ilim dünyasına takdim eden ilk bilgin olarak karşımıza çıkmaktadır .

Bugün fizikçi ve mekanikçiler, ''Isı Etkisiyle Haberleşerek Denge Kurma'' sistemini ilk defa olarak James Watt'ın (1760-1819) 1780'de regülatörü icad etmesiyle gerçekleştirdiğini söylerler. Bu doğru olmakla birlikte, bunun Cezeri'ye kadar dayandığı kitabından rahatlıkla anlaşılacaktır. Günümüzden 800 yıl önce, bugünkü Diyarbakır yöresinde yaşayan Artuklu Türklerinin hükümdarı Mahmud, ''Ben abdest alırken ayaklarıma su döken hizmetçilerimin bana hakları geçiyor'' diye düşünerek rahatsız olur. Ve sarayın başmühendisinden bu işe bir çare bulmasını ister. Bir Süre sonra mühendis, abdest suyu döken bir robot yapmayı başararak, bunu hükümdara sunar. Robot, elinde tuttuğu testiden hükümdarın abdest alabileceği şekilde elini, kolunu oynatarak su dökebilmektedir. O güne kadar görülmemiş bu mühendislik harikası karşısında hükümdar , hayretler içinde kalır . Bu eserin mucidi Cezeri'den başkası değildir. Hükümdar, onun çalışmalarına büyük destek olur. Cezeri de kendi kendine öten tavus kuşları, robot filler , uzatılan bardaklara şerbet döken, bardak dolduğu zaman da kendi kendine duran kadın robotlar gibi 50 değişik buluşla hükümdarın bu desteğinin karşılığını fazlasıyla verir.

CEZERİ'Yİ İLİM DÜNYASINA TANITAN ESERİ
Cezeri'yi üne kavuşturan husus, sibernetik ve elektronik sistemle ilgili robotlar , makineler yapması ve bunlan eserinde tarif etmesidir. Cezeri'nin meşhur eserinin adı ''Kitabü'l-Cami Beyn'el-İlmi ve'l-Ameli en Nafi fi Sınaati'l-Hiyel="Mekanik Hareketlerden mühendislikte Faydalanmayı İçine Alan Kitap"tır. Eserin daha başka değişik isimleri de vardır. Kitabın orijinali, günümüzde mevcut değildir. Fakat 5 tanesi Türkiye'de bulunmak üzere bütün dünyada bilinen 15 kopyası vardır. Türkiye'dekilerin 4'ü Topkapı, biri de Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir. Eser, zamanın ilim dili olan Arapça ile kaleme alınmıştır. Eserin nüshalarından birisi Topkapı Müzesi 3. Ahmed Kütüphanesi'nde 3472 numarada kayıtlıdır .
Prof. Dr. Kazım Çeçen, Köprü Dergisi'nin Eylül-1982 sayısında yazdığı makalede, eserin mühendislik açısından çok büyük değer taşıdığını ifade etmektedir . Kitap, altı kısma ayrılmış olup, ilk dört kısmı onar, son iki kısım da beşer bölümden meydana gelmektedir. Bu kısımlar; su saatleri ve kandil saatleri, ziyafetlerde kullanılan kaplar ve sürahiler, el yıkama ve kan alma için kullanılan kaplar, çeşmeler ve mekanik yollarla hareket eden (otomatik) müzik aletleri, su pompalayan makineler, muhtelif aletler üzerinedir. Kitapta her aletin şekli renkli mürekkeplerle çizilmiş ve çalışması ayrıntılı olarak izah edilmiştir . Bu ayrıntılar da çeşitli renklerle gösterilmiştir. Ayrıca, şekillerde Arap harfleri kullanılarak bazı parçalar işaretlenmiş ve metinde bunlara göndermeler yapılarak, açıklamaların anlaşılması kolaylaştırılmıştır. Bazı nüshalarda ise bu harflerin ebced değerleri göz önüne alınmış, bazılarında da henüz açıklanamayan gizli bir harf sistemi kullanılmıştır. Metinde, aletlerin sonra, imal sırasına göre parçaların teker teker anlatılarak bunların montaj usulü açıklanmış ve en sonra o aletin çalışması hakkında bilgi verilmiştir .
Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/makaleler/323110-musluman-sibernetik-alimi-akit-ulku-kumral.html#post2316281

Su ve kandil saatleri, Cezeri'nin gücünü ifade eden karmaşık aletlerdir. Su terfi makineleri ekonomik yönden daha önemli olmakla beraber, kitapta bunlara saatler kadar önem verilmemiştir. Metal döküm tekniğine ait bilgiler, ileri bir mühendislik seviyesini ifade etmektedir. Cezeri'nin aletleri yer çekimi kuvvetiyle çalışır ve bu kuvvet, düşürülen bir ağırlık, boşalan bir kaptaki şamandıra veya batan bir cisimle elde edilir. Cezeri, kullandığı makine parçalarını ve imal usullerini de en ince ayrıntılarına kadar tanımlamıştır. Büyük bir kısmı bugünkü Avrupa mühendislik terminolojisine giren makine parçaları üzerine yaptığı çalışmaların en önemlileri şunlardır: Konik vanalar, kapalı kum kutularında pirinç ve bakır döküm, tekerleklerin balansı. Cezeri'nin mühendislik harikaları kağıttan maketlerinin yapılması, su akıtan savakların ayar edilmesi, çarpılmayı en az indirmek için ahşabın tabakalar halinde kullanılması, gerçek anlamda emme borusunun kullanılması, suyunu belli bir zaman aralığı ile boşaltan kaplar ve daire sektörü dişliler. Bunlardan bir kısmının yüzyıllar sonra Avrupa'da adeta yeniden keşfedildiği, bilinen tarihi bir gerçektir. Mesela, kapalı kum kutuları ile döküm, Avrupa'da 1500 yıllannda başlamıştır. Konik vanalardan ilk söz eden Leonardo da Vinci'dir. Su saatinde seviye kontrol cihazına benzer ve buhar kazanlarında kullanılacak bir aletin patenti, İngiltere'de 1784 yılında alınmıştır. Cezeri'nin makinelerinden sadece biri, su çarkı ile işleyen tulumba, modern mühendisliğin gelişmesine doğrudan doğruya katkıda bulunmuştur. Bu makine, a) Çift etki ilkesinin uygulanması, b) Dönme hareketinin ileri-geri hareketle çevrilmesi, c) Emme borusunun bilinen ilk kullanılışı olmasından dolayı çok önemlidir. Dolayısıyla, buhar makinesinin ve emme basma tulumbanın ilk ömeği sayılabilir. Söz konusu makinede, akan suyun çevirdiği çark, düşey düzlemde bir dişliyi, bu dişli de yatay düzlemdeki diğer bir dişliyi döndürmektedir. Yatay dişlinin çevresine yakın bir yerde düşey bir pim bulunmaktadır. Bu pime ortası yarık ve diğer ucu yine bir pimle sabitleştirilmiş bir çubuk geçirilmiş ve bu çubuğa da tulumbalanın piston kolları bağlanmıştır. Yatay diş dönünce yarık çubuk açısal bir hareket yapmakta, piston kolları da ileri-geri gidip gelerek tulumbaları çalıştırmaktadır.

Cezeri, kendisinin, Helenistik çağdan XIII. yüzyıla kadar uzanan bir mühendislik geleneğinin İslam dünyasındaki bir devamı olduğunun bilincindedir. İslam dünyasında Musaoğuları (bk. BENİ MUSA) ile başlayan bu gelenek, Cezeri'de zirveye ulaşmıştır. Cezeri, kendi yaptığı abidevi su saatinin Pseudo-archimedes'in yaptığı su saatine dayandığını söyler. Kitabının dördüncü kısmında, çeşmeler üzerindeki çalışmaları sırasında, Musaoğulları'ndan ve ayrıca Bizanslı Apollonios'un otomatik müzik aletleri üzerine yazdığı eserden de bahseder. Bu arada, kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen aletleri de zikretmiştir. Cezeri, esas itibariyle bir mucit değil, bir mühendistir ve görevinin kendinden öncekilerin yapmış oldukları aletleri mükemmelleştirmek olduğu kanaatindedir. Bu noktadan bakıldığında, eserinde, teori ile pratiğin eşit ağırlıkta olduğu, hatta bazı yazarlara göre aletleri yapmak için gerekli pratik bilgi ve kuralların ağır bastığı hissedilir. Gerçekten de O, çalışmasının pratik hayatta işe yarar bilgiler türünden olduğunu özellikle belirtir .

Cezeri'nin yaşadığı çağda elektrik gücü, magnetik güç, foton etkisi veya elektromagnetik güçler bulunmadığı için, o elindeki imkanları değerlendirmesini bilmiş, su gücü ve basınç tesirinden faydalanma yoluna gitmiştir. Gerçekten başka imkanlar bulunmadığı, su da kıt olduğu halde, bu derece muhteşem hidromekanik sistemle çalışan makineler yapabilmiş olması, onun sibemetik ilmi alanındaki yerini ve değerini göstermeye yetmektedir. Cezeri'nin tarif ettiği bazı makinelerin pratik faydaları oldukça büyüktür. Bunlardan bir kısmı, bir mil (eksen) boyunca yer alan dişlilerle çalışan bir nevi tulumbadır. Tulumba, bir sürü kepçeyi sırayla hareket ettirerek suyu çıkarmaktadır.

Bazı makinelerin ise yalnızca eğlendirici tarafı vardır. Mesela, içinde su varmış gibi görünmesine rağmen suyu boşaltılamayan su kapları ve içi boş gibi görünüp, su akıtan kaplar gibi. Günümüzde bu kaplarda kullanılan prensiplerden faydalanılarak bir kısım oyuncaklar yapılmaktadır. Hem eğlendirci, hem de faydalı olan bu cihazlara, çeşme ve su saati örnek gösterilebilir. Cezeri'nin saatlerinin çalışma sistemi ise, çoğunlukla aynı mil üstündeki bir gösterge ile üstünden, ucuna ağırlık asılı bir kayış geçen, kasnak biçimindedir. Ağırlığın düşüş hızı, yüzen bir cisimle kontrol edilmektedir. Yüzen cisim, kayışın öteki ucuna tutturulmaktadır. Bazı durumlarda da devrilebilen bir kova, otomatik olarak dolmakta ve devrilince bir mandalı iterek, dişlinin bir diş ilerlemesini sağlamaktır.

DEĞERİ YENİ ANLAŞILAN BİLGİN.

Kitabü'l Hiyel, 1974 yılında Dortrecht ve Boston'da "AI-Jazari's Book of Knowledge of İngenious Mechanigal Devices" adıyla Donald R.Hill tarafından İngilizce'ye tercüme edildi. Eserin bazı parçaları da Almanca'ya çevrildi. Maalesef kendi ilim adamımızın bu kıymetli eserini henüz Türkçe'ye tercüme edebilmiş değiliz. Bundan dolayı da otomatik makinelerin çalışması hakkında detaylı bilgiye sahip bulunmuyoruz. Cezeri'nin, kitapta tarif ettiği makinelerden birkaç tanesi, Wiedemann tarafından yapıldı ve başarıyla işletildi. Makineler, halen Almanya'nın Erlangen Üniversitesi'nde bulunmaktadır. Aynı zamanda bugün, İngiliz ve Amerikalılar da bu makinelerden faydalanarak yeni eserler ortaya koyma çabasındadırlar.

Ayrıca, ülkemizde İTÜ Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü, Cezeri'nin kitabındaki şekillerin aslına sadık kalarak, tavuskuşlu su saatini yapmayı gerçekleştirmiştir.

Cezeri'nin yaptığı makine parçalarının bir kısmına kendisinden 200-350 yıl sonra yaşayan Giovanni de Donti ve Leonardo da Vinci'de rastlanmaktadır.

Son söz olarak diyebiliriz ki, Cezeri, ilim tarihine sibernetiğin kurucusu olarak kaydolmuştur."

30 Eylül 2011 Cuma

Avrupa’da 18. yüzyılda gelişen “Aydınlanma” dönemi aslında bir tepki felsefesidir. Zira, orta çağ adı verilen karanlık dönemde insanlar din adına korkunç işkenceler görmüşlerdir. Hatta meydanlarda, herkesin gözü önünde, ateşte yakılmışlardır. Bu türden, tamamen akıl ve mantıktan yoksun, vahşi davranışlara karşı bir tepki olarak aklın ve mantığın esas ölçüt olması gerektiği görüşünü savunmuştur, düşünürler.

Bu noktaya kadar tamam. Fakat akıl ve mantığı her türlü bilginin şekillendiricisi olarak kabul etmek, bir felsefe değil bir ideoloji olmaktadır. Zira ideoloji, kısıtlayıcı, inanç içeren, tek yönlü bir bakış açısıdır. 18. yüzyıla kadar din ideolojisi her türlü dünyevi ve uhrevi yaklaşımın tek ölçütü olduğu gibi, 18. yüzyıldan itibaren akıl ve mantığın süzgeci tek ölçüt sayılmaya başlanmıştır. Sezgiler ve içe bakış red edilmiş, onların bilimde yer alamıyacakları savunulmuş ve dış gözlemle deney esas tutulmuştur.

Günümüzde bu dışa dönük ve tümüyle nesnel bakış açısı sorgulanmaktadır. Her nekadar nesnel (objektif) bakış açısı tarafsız olduğunu savunsa dahi, gene de dış dünyanın bir yorumu olmaktan öteye gidememektedir. Dış dünyadan duyu organlarımıza ulaşan birtakım verileri biz yorumlayarak anlayabiliyoruz. Hiçbir zaman dış dünyanın aslını, esas dokusunu bilemiyoruz. Pozitif bilimler, ölçümü esas olarak kabul ederler. Her olayı ve nesneyi ölçmek isterler. Zira pozitif bilimlerin dili matematiktir ve matematiğin abecesi de sayılardır. Matematiksel bir ifade sayısal bir ifade demektir. Sayı ise ölçüm gerektirir.

Ancak, doğada her türlü yapı ve oluşum ölçülemez. Uzayın sonsuz büyük boyutları ve elementer parçacıkların sonsuz küçük boyutları söz konusu olduğunda ölçüm yapmakta temel zorluklarla karşılaşıyoruz. Bu zorluklar daha hassas ve güçlü aletler geliştirerek giderilebilecek türden zorluklar değildir. Yani ölçüm tekniğinin bir limiti bulunmaktadır ki, bu limit hem pratik hem de kuramsal olarak aşılamaz.

Ayrıca, kendi içimize dönüp baktığımızda sevgi, aşk, kin, nefret vs..gibi hislerin var olduklarını kabul ediyoruz ama bunları sayıya döküp ölçemiyoruz. Bu bakımdan günümüzün bilimi özneyi dışlar. Özneden gelen bilgileri yok sayar. Sadece nesnel bilgilere değer verir. Yani günümüzün bilimi katılımcı değil, gözlemci bir bilimdir.

Günümüzün postmodern felsefesi bu yaklaşımı sorgulamaktadır. Zira gözlem yaparak gerçeği bulmak mümkün değildir. 20. yüzyılda gelişen “kuantum kuramı” gözleyen ve gözlenenin bir bütün oluşturduklarını ve bunların birbirlerini etkilediklerini iddia etmiştir. 1982 yılında ise deney yoluyla bu iddianın doğru olduğu kanıtlanmıştır. Yani, biz gözlem yaparak dış dünyayı olduğu gibi değil, kendi görüş ve inancımızı da katarak algılıyoruz. Alet kullanarak ölçüm dahi yapsak gene de aletin verdiği sayıları yorumlamak gerekiyor. İşte bu noktada kendi görüş ve inançlarımız devreye giriyor. Genelde deney ve gözlemler bir kuramı doğrulamak veya red etmek için yapılır. Yani temelde bir görüş söz konusudur. Eğer gözlem ve deneyler bu görüş ile açıklanamazsa yeni bir görüş getirilir. Ama yeni görüş de sadece bizim zihnen yaratmış olduğumuz bir modelden öteye gitmez. Doğanın aslına yine ulaşamayız.

Doğayı anlama uğraşımız daima bir ikilem içermektedir. Herhangi bir nesnenin varlığından söz edebilmek için o nesneyi çevresinden yalıtmak ve belirtmek durumundayız. Nesnenin kendisi ile içinde bulunduğu arka zemin ikilemi (ayırımı) olmadan ne bilim yapılabiliyoruz ne de kavram üretilebiliyoruz. Bu düalistik (ikilemci) yaklaşımımız sonucunda evrende her varlığın bir karşıtını ve her etkinin bir tepkisini bulmaktayız. Maddenin karşıtı olan anti-maddeden ve çekici kuvvetlerin karşıtı olan itici kuvvetlerden söz ediyoruz. Ancak, bizlere farklı gibi görünen bu olgular, bir madalyanın iki yüzü gibi, tek bir gerçeğin iki farklı tezahürü (yansıması) olarak algılanmalıdır. Zira, doğanın aslında ikilik değil teklik vardır. Fakat varlıklar aleminde ikilikten de kaçış yoktur. İkilik olarak algıladığımız her olgunun altında gizli duran bir temel simetri yatmaktadır. Evrende her varlık, en küçükten en büyüğe, bu temel simetriyi yansıtır.

Işık konusunda, örneğin, ‘ışık hızı’ aşılması mümkün olmayan bir limit hız olarak kabul edilir ve tüm evrenin sadece ışıktan yavaş hareket eden parçacıklardan ibaret olduğu var sayılır. Oysa ki görelilik (rölativite) kuramına göre ışık hızından daha yüksek hızlarda hareket edebilen parçacıklar var olabilmektedirler. Takiyon adı verilen bu parçacıklar zamanda geriye doğru gitmekte ve sanal kütleli olmaktadırlar. Işıktan hızlı ve sanal kütleli parçacıkları hiçbir aletle gözleyemeyiz. Sanal (imajiner ‘kök içinde eksi bir sayı’) kütleli bir parçacığı gözlemek mümkün değildir, çünkü sanal kütle ölçülemez. Bir diğer zorluk da Takiyonların gelecekten geçmişe hareket etmelerinden dolayı bizim ölçüm aletlerimizle girişime girmelerinin olanaksız oluşudur. Biz, neden sonuç içinde geçmişten geleceğe gelişen olayları ölçeriz. Tersini ölçemeyiz, zira evrenimizde nedensel olaylar hep geçmişten geleceğe doğru gelişirler.

Bu nedenselliğin bir diğer yansıması da Termodinamiğin ikinci prensibinde belirir. Bu prensibe göre kendi haline bırakılan kapalı bir sistem içindeki parçacıklar hep düzenli bir dağılımdan en düzensiz dağılıma doğru hareket ederler. Bir kapalı kap içindeki hava molekülleri her tarafa eşit miktarda yayılırlar. Bir köşeye toplanıp diğer hacmi boş bıraktıkları görülmez. Yani doğada hep düzenden düzensizliğe doğru bir değişim vardır. Bunun nedeni ise evrenimizin ışıktan yavaş hareket eden maddesel parçacıklardan oluşmuş olmasıdır. Bu nedenle de zaman geçmişten geleceğe doğru ilerler, gibi görünür bizlere.

Peki ama Takiyonlar nasıl davranırlar? Işıktan hızlı hareket ettiklerine göre onların termodinamiği bizimkinin tam tersi olacaktır. Düzensizlikten düzene doğru hareket edeceklerdir. Işıktan hızlı hareket ettiklerinden onların en yavaş hızı da ışık hızı olacaktır. Takiyonlar düzen sağlayıcı parçacıklardır ama bizim evrenimizle etkileşmeleri mümkün müdür? Evet, bunu da Kuantum kuramının belirsizlik prensibi sağlar. Nasıl ki radyoaktif bir çekirdek aniden bir gama ışını salarsa ve bu ışın ne zaman salınacağı bilinemezse, aynı şekilde hudut bölgede (ışık hızı bölgesinde) Takiyonlar bizim evrenimize geçip etkileşirler. Bu olaya ‘Tünel Olayı’ da denir. Bir tünelden geçer gibi bir başka alemden (evrenden) bizim evrenimize geçerler ve anlık bir etkileşme ile tekrar kendi evrenlerine dönerler. Bu öylesine kısa bir süredir ki “on üzeri eksi kırk saniye” gibi bir süre içinde etkileşme sona erer. Ama olay sürekli bir tekrar içindedir. Bu kısa süreyi ölçecek hiçbir alet henüz yoktur, olacağı da şüphelidir. Zira belirsizlik prensibi dolayısıyla ölçülen hakkında kesin bir bilgi de edinmek olanaksızdır. Şimdi Takiyonların etkisini görelim.

Sanal kütleli Takiyon evreni bizim evrenle çok kısa süreler içinde etkileşmektedir. Her etkileşme bir ufak değişim, bir yeni denge durumu demektir. Gündelik hayatımızdan bir benzetme yaparak anlamak istersek alternatif şehir ceryanına benzetebiliriz. Şehir ceryanı sürekli olarak artıp azalır. Yani, sürekli olarak çok kısa aralıklarla bir var olur bir yok olur. İşte Takiyonlar bu tür bir etki ile evrenimize düzeni getirmektedirler. Işıktan yavaş hareket eden parçacıklar Entropiyi (düzensizliği) arttırırken, gelecekten geçmişe hareket eden Takiyonlar Entropiyi azaltarak düzeni sağlarlar. Sonuçta bizim evrenimizde gördüğümüz her türlü doğa yasasının nedeni Takiyonların getirdiği etkidir.

Olaya Takiyonların yarattığı iki zıt kuvvet olarak da bakabiliriz. Takiyonların her var oluşu bir itme kuvveti ve her yok oluşu bir çekme kuvveti yaratıyor da diyebiliriz. Bu durumda sürekli olarak itme ve çekme kuvvetlerinin denge durumu söz konusudur. Bu iki kuvvet birbirlerine eşit veya çok yakın iseler nesne varlığını sürdürür veya çok yavaş bir değişim içinde olur. Eğer bunlardan bir tanesi diğerine göre hayli üstün ve güçlü ise cisim ya büyür ve genişler veya küçülür ve daralır. Evrende her var olan bu tür bir değişim içinde değil midir? Yıldızlar ve galaksiler dahi doğuyorlar ve belli (bize göre oldukça uzun) bir süre sonra da yok oluyorlar.

Yeni Çağ bilimi Takiyonların da varlığını kabul etmek durumundadır. Zira evrende her varlığın bir simetrik karşıtı olması gerekmektedir. Ancak bu simetrik karşıta bir hasım olarak değil, aynen Yin ve Yang gibi, bütünsel teklikten doğan tamamlayıcı bir eş olarak bakmak gerektiği kanısındayım

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/uzay-bilimleri/334989-isiktan-hizli-parcaciklar.html#ixzz1Yn4TzVm4

6 Eylül 2011 Salı

Atatürk Ramazanlarda Kur'an okurdu! “Yobazın Ezberini Bozacak Gerçek”

<>
Okunma: 179
Atatürk Ramazanlarda Kur'an okurdu! “Yobazın Ezberini Bozacak Gerçek” PDF Yazdır e-Posta
Büyük Günah

Atatürk düşmanlarının öteden beri Atatürk’e saldırmak için kullandıkları en önemli yöntem, Atatürk’ün “dinsiz” olduğu ve “dindarlara baskı yaptığı” şeklindeki yalanı durmadan tekrarlamaktır. Şüphesiz ki, dünyanın en büyük devrimcilerinden birini, milleti için yapıp ettikleriyle değil de “inanıp inanmadığıyla” değerlendirmek, ancak az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine has bir durumdur. Maalesef aydınlanması yarım kalmış olan ülkemizde de Atatürk gibi bir “dünya lideri”, milleti için yapıp ettikleriyle değil de dini inancıyla değerlendirilmektedir. Her şeyden önce bu durum çok ama çok üzücüdür. Yokluk ve yoksulluk içindeki bir toplumda önce emperyalizmi dize getiren sonra da yarı bağımlı ve geri kalmış bir ümmet impratorluğundan çağdaş bir ulus yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Atatürk ile Allah arasında” kalması gereken din-inanç konusundaki tutumuna göre değerlendirilmesi, herşeyden önce günahtır! Çünkü din, Atatürk’ün de dediği gibi, “ALLAH İLE KUL ARASINDAKİ BAĞLILIKTIR”.

Atatürk İle Allah Arasında

Atatürk düşmanları, Atatürk’ü Müslüman-Türk milletinin gözünden düşürmek için Atatürk’e “dinsiz” diye iftira atmışlar, genç nesilleri bu çirkin iftirayla zehirlemişlerdir.

Allah’tan korkmayan kuldan utanmayan bu Atatürk düşmanlarının Atatürk’e yönelik bu asılsız ve çirkin iftiralarına cevap vermek için 15 yılımı vererek tam 1153 sayfalık ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı bir kitap yazdım. Bu kitapta Atatürk’ün din anlayışını, doğumundan ölümüne kadar çok ayrıntılı bir şekilde belgelere dayalı olarak inceledim. Neredeyse bütün arşivlere girdim, yerli yabancı bütün kaynakları taradım. Ve 15 yıllık çalışmalarım sonunda Atatürk’ün bu ülkeye gelmiş geçmiş EN BİLİNÇLİ VE EN SADE İNANANLARDAN biri olduğunu gördüm. Araştırmalarım sonunda; Atatürk’ün inancını kendi içinde yaşayan, toplumun herşeyden önce dinini ANLAMASINI isteyen, bunun için DİNDE ÖZE DÖNÜŞ PROJESİ geliştiren, din istismarıyla ve yobazlıkla savaşan, başka inançlara saygı duyan samimi bir dindardır olduğunu gözler önüne serdim…

Burada Atatürk ve din konusundaki 1153 sayfalık ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımı özetleyecek değilim; bu yazımda RAMAZAN AYI nedeniyle RAMAZAN AYLARINDAKİ ATATÜRK‘TEN kısaca söz etmek istiyorum.

Ramazan Aylarındaki Atatürk

Atatürk çok özgün bir din anlayışına sahiptir. Bu nedenle zaman zaman Atatürk’ün din konusunda söyleyip yazdıkları bizleri şaşırtabilir. (Örneğin, Medeni Bilgiler’deki din eleştirlileri… Ancak bütün bunların bir açıklaması vardır. Bu açıklamaları “Atatürk İle Allah Arasında“ adlı kitabımda bulabilirsiniz.

Atatürk, İslam dininin sosyal ve toplumsal boyutuna çok fazla önem vermiştir. Müslümanlar için kutsal ayların ve günlerin toplumsal dayanışmayı, birlik ve bütünlüğü pekiştirdiğini düşünen Atatürk, özellikle Ramazan ayına çok büyük bir önem vermiştir.

Atatürk, Ramazan aylarındaki manevi havadan etkilenmiştir: zaman zaman oruç tutmuş, oruç tutanlara kolaylıklar sağlamış, onlara büyük bir saygı duymuş, hatta Ramazan aylarında bazı kişisel zevklerinden (alkol almak, ince saz heyeti dinlemek gibi) vazgeçmiş, dahası sıkça Kuran okumuş veya özel hafızına Kuran okutarak dinlemiş, akşamları hafızları çağırtarak onlarla Kuran ve din sohbetleri yapmıştır…

Şimdi gelin lafı fazla uzatmayalım ve tanıklara kulak verelim.
Önce Atatürk’ün uşağı Cemal Granda‘yı dinleyelim:
“… Ramazanlarda Kadir gecesi ağzına kadehini koymazdı… Kadir geceleri sofra bile kurdurmazdı. Saygısı büyüktü. Bazen Mevlit dinlediği de olurdu. Miraç bölümünde, ‘Gerçeklere çıktı Mustafa’ denince gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya götürürdük. İnanışı samimiydi. Bence Allah’a inanıyordu.”
Atatürk Ramazan aylarında Dolmabahçe Sarayı’na gelen ve oruç tutan misafirlerine özel ilgi göstermiş; iftar sofrasıyla bizzat ilgilenmiş, ibadet etmek isteyenlere yer göstermiştir.

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım bu konuda şunları söylemiştir:

“…Her Ramazanın bir günü ve ekseriyetle Kadir gecesi bana iftara gelirdi. O gün, imkan bulabilirse oruç da tutardı. İftar sofrasını tam eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman iftara başlarken dua ederdi.”


Atatürk’ün Ramazan ayında kız kardeşi Makbule Hanım’a; “Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme…” diye hatırlatmada bulunup, hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir.

Atatürk’ün özel hafızı Hafız Yaşar Okur, Atatürk’ün Ramazan aylarındaki davranışlarını şöyle gözlemlemiştir:

“… Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil Geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kuran’ı Kerim’den bazı sureler okuturdu. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu içinde dinlerdi. Ruhunun çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.

Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikyu camilerinde şehitlerin ruhuna Hatim-i Şerif okumamı emrederlerdi. O günlerde civar kasaba ve köylerden gelenlerle cami hıncahınç dolardı…”


Görüldüğü gibi Atatürk Ramazan ayları boyunca bazı alışkanlıllarından da uzak durmuştur. Örneğin incesaz heyetini Çankaya’ya sokmamış, Kandil Geceleri saz çaldırmamıştır. Ayrıca Kuran-ı Kerim okumuş, çeşitli camilerde de şehitlerin ruhlarına Hatim-i Şerif’ler okutmuştur. Atatürk’ün bütün bu davranışları, onun Ramazanın anlam ve önemini idrak etmiş inanca saygılı son derece sade bir Müslüman olduğunu kanıtlamaktadır.

Şimdi de Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu‘ya kulak verelim:

“Atatürk otuz ramazan geceleri başta Saadettin Kaynak Hoca olmak üzere o devrin hafızları olan Hf. Yaşar, Hf. Zeki, Hf. Küçük Yaşar, Hf. Burhan, Hf. Hayrullah beyleri davet ederdi ki bu hafızlardan Hafız Yaşar aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Alaturka Müzük Şefi’ydi. 1930 yılında emekli oldu. Ama ölene kadar hep Atatürk’ün yanındaydı. Soyadı Kanunu çıkınca Atatürk ona ‘Okur’ soyadını vermiştir. Atatürk davet ettiği bu hafızlardan tek tek din konusunda bilgiler alırdı. Ayrıca çok üzerinde durduğu Türkçe Kuran’ı Kerim hakkında görüşlerini de sorardı.

Yine bir Ramazan ayı gecesinde Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda aceleyle beni çağırttı. Derhal makamına girdim. O gece sofra şefimiz İbrahim Bey izinli olduğundan, benim görevim olmadığı halde düzenimi ve intizamımı beyendiğinden olacak beni istemişler. Odaya girdiğimde, ‘Nuri oğlum hafızlar gelecek . Bu gece hafızların seslerini aksi sedasıyla daha güzel dinlemek için muayede salonundaki hususi daireye yemek masasını kurun, ama acele ha: kaç dakikada kurabilirsin?’ Pek tecrübelisi olduğum bir konu değildi. Derhal lazım gelen emirleri gerekli kişilere tebliğ ettim, herkes işe koyuldu. Hakikaten tam otuz dakika sonra herşey tamam gibiydi. Sevdiği çiçekleri de elimle tam masaya koyarken Atatürk, misafirleriyle birlikte gelmez mi? Masanın yanına geldi. Şöyle bir göz ucuyla masayı düzeni süzdü ve bana dönerek: ‘Aferi Nuri, İbrahim’i aratmamışsın, çiçekler de pek güzel…’ diye iltifatta bulundu. Zaten hep güzel şey yaptığımızda takdir ederdi. Amma bir de yanlış mı, hata mı yaptın, sadece bir bakardı ki, o bile yeterdi, içimize işlerdi.

Salona girdiler, sandalyeleri çekip oturdular, yemeğe başladılar. Konu yine Türkçe Kuran-ı Kerim’di. Atatürk hepsiyle ayrı ayrı ilgilendi. Kuran-ı Kerim’den okuttuğu duları zevkle dinledi.”


Nuri Ulusu’nun dediği gibi gerçekten de Atatürk özellikle DİNDE TÜRKÇELEŞTİRME ÇALIŞMALARINI başlattığı 1932 yılı Ramazan ayında sıkça tanınmış hafızlarla bir araya gelmiş, onlarla KURAN KONUŞMUŞ, KURAN OKUTUP DİNLEMİŞ, hatta bizzat KURAN OKUMUŞTUR.

Hafız Yaşar Okur‘u dinleyelim:

“1932′de Ramazanın ikinci günüydü. Atatürk ile Ankara’dan Dolmabahçe Sarayı’na geldik. Beni huzurlarına çağırdılar. ‘Yaşar Bey’ dediler. ‘İstanbul’un mümtaz hafızlarının bir listesini istiyorum. Ama bunlar musikiye de aşina olmalılar.”

Bu emir üzerine Hafız Yaşar Okur, İstanbul’un en tanınmış hafızlarından, Saadeetin Kaynak, Sultan Selimli Rıza, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemal, Beylerbeyli Fahri, Darüttalim-i Musiki Azasından Büyük Zeki, Muallim Nuri ve Burhan beylerin yer aldığı bir liste hazırlamıştır.

Sonraki gelişmeleri yine Hafız Yaşar Okur’dan dinleyelim:

“O ana kadar bunların niçin çağrılmış olduğunu ben de bilmiyordum. O gün anladım ki, tercüme ettirlmiş olan bayram tekbirlerini kendilerine meşk ettirecektir. Hafızlar ikişer ikişer oldular ve şu metin üzerine meşke başladılar. ‘Allah büyüktür…Allah büyüktür…’

Atatürk, Cemil Said Bey‘in Kuran tercümesini getirtti. Bizlerin tercüme konusunda tek tek fikirlerini aldıktan sonra hemen hemen sabaha kadar tartıştık. Daha sonra ayağa kalkarak ceketlerinin önünü iliklediler. Kuran-ı Kerim’i ellerine alıp Fatiha Suresi’nin Türkçe tercümesini açıp halka okuyormuş gibi ağır ağır okudular. Bu haeketleriyle bizlerin halka nasıl hitap etmemiz gerektiğini göstermek istiyorlardı.

Sonra Atatürk: ‘Sayın hafızlar, içinde bulunduğumuz bu kutsal ay içinde camilerde okuyacağınız mukabelelerin tamamını okuduktan sonra Türkçe olarak da cemaate açıklayacaksınız. İncil’de Aramca yazılmış ama sonradan bütün dillere tercüme edilmiştir. Bir İngiliz İncilini İngilizce, bir Alman İncilini Almanca okur. Herkes okunan mukabelelerin manasını anlarsa dinine daha çok bağlanır” dediler.

Sonra yanındakilere: ‘Gazetelere haber verin, yarın camilerde okunacak surelerin Türkçe tercümesi de okunacaktır’ emrini verdiler.”

Atatürk, bu hafızlarla 1932 Ramazan ayında sıkça toplantılar yapmıştır: Camilerde Kuran okuyacak hafızlarla bizzat ilgilenmiş, hatta defalarca hafızlara Kuran’ın nasıl okunacağını göstermiştir.

Saaddetin Kaynak anlatıyor:


“Dolmabahçe Sarayı’nda büyük muayede salonunda saz takımı toplanmıştı. Atatürk bir imtihan ve tecrübe yapmaya hazırlanmış görünüyordu. Elinde Cemil Said’in Türkçe Kuran-ı Kerim’i vardı. Evvela Hafız Kemal’e verdi okuttu, fakat beyenmedi. ‘Ver bana, ben okuyacağım’ dedi.
Hakikaten okudu, ama hala gözümün önündedir, askeri kumanda eder, emir verir gibi bir ahenk ve tavırla okudu.”

Atatürk’ün Oruç Araştırmaları

Atatürk her konuyla olduğu gibi din konusuyla da “bilimsel” gözle ilgilenmiştir. Atatürk’ün dünyadaki diğer devrimcilerden en temel farklarından biri dini “akıl dışı” diye dışlamaması ve din üzerine de kafa yormasıdır.

Atatürk bir taraftan Ramazan aylarındaki manevi havayı solurken diğer taraftan oruç ibadetini anlamaya çalışmıştır. Okuduğu bazı kitaplarda “oruçla ilgili” bazı bölümlerin altını çizip, bazı notlar alması onun “orucu anlama” çabasının bir yansımasıdır.

Atatürk, Leon Caeteni‘nin “İslam Tarihi” adlı eserini okurken orucun anlatıldığı bazı satırların altını çizmiş, ve sayfa kenarlarına bazı özel işaretler koymuştur.

Örneğin, Hz. Muhammed’in, nefsine hakim olamadığı için hadım olmak isteyen İbn-i Mazun’a onay vermemesi; “nefsine hakim olmak istiyorsa oruç tutmasını” söylemesi, Atatürk’ün dikkatini çekmiştir:

“Peygamber onay göstermedi. Heveslerini yatıştırması için oruç tutmasını tavsiye etti.”

Atatürk, önemli gördüğü bu satırın altını boydan boya çizmiştir.

Atatürk, aynı kitapta ‘Ramazan bayramının ortaya çıkışını” anlatan bölümle de ilgilenmiştir.

“O sene (Hz) Muhammed taraftarlarına fitre zekatı vergisinin ödenmesini emretti. Bundan bir iki gün önce Müslümanlara bir konuşma yaptığı rivayet olunuyor. Ramazan ayı sonunda (Hz) Muhammed bütün ashabı ile birlikte şehirden çıkarak musallaya gitti. Salatül-iyd (bayram namazı) denilen namazı orada kıldı. Orucun bitimi bu namaz ile kutlanmış oluyordu. İlk defa olarak böyle bir adet yapılmakta idi…”

Önemli bularak bu satırların altını çizen Atatürk, ayrıca, “ilk defa olarak böyle bir adet yapılmakta idi” cümlesinin başına iki adet “X” işareti ve “Dikkat” anlamında bir “D” harfi koymuştur.

İşte, yobazın, liboşun “dinsiz” ve “din düşmanı” diye aşağılamaya çalıştığı ATATÜRK.

Varın siz karar verin kimin gerçekten dindar, kimin ise Allah’la aldatan yobaz olduğuna!…

Ayrıca, önemli olan Atatürk’ün inanıp inanmadığı, az ya da çok inandığı değil bu millet için yapıp ettikleridir.

Not: Atatürk ve din konusunda aklınıza takılan bütün soruların cevaplarını, Atatürk’ün din anlayışınının bilinmeyenlerini ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı kitabımda bulabilirsiniz…

Sinan MEYDAN

5 Ağustos 2011

21 Temmuz 2011 Perşembe

Atatürk ve Tosca

Atatürk’ün çok duygulu olduğu bir akşamdı Bir şeye içlenmiş olduğu belliydi Tosca Operası’ndan Cavaradossi’nin ünlü aryasını çok severdi ve bana birçok kez çaldırmıştı O gece de biliyordum ki sıra Tosca’ya da gelecek ‘Hatta bir yanlış yapmayım’ diye aryanın notalarını bile yazmıştım ve cebimde hazır bulunduruyordum Nihayet bana döndü ‘Çal bakalım şu Tosca’yı’ dedi Ben notayı çıkarttım ‘Hayır hayır öyle değil Notayı bırak notasız çal’
Atatürk ve Onu Ağlatan Arya : Tosca
Notayı bıraktım gözlerimi kapadım konsantre oldum başladım çalmaya Henüz bir iki nota çalmıştım ki ‘Hayır olmadı bana dön bana çal Benim gözlerime bak öyle çal’ dedi



Masada oturuyordu O’na döndüm ve çalmaya başladım ‘Gene olmadı bana daha yaklaş’ dedi Yaklaştım çok yaklaştım Belliydi ki çok uzak bir anısının içine gömülmek istiyor ve içinden çok eski zamanlara ait birşeyler taşıyor fışkırıyor fışkırıyordu İçinde kopan fırtınayı dindiremiyordu bir türlü Sonunda ‘Kemanın sapını omuzuma dayayacaksın ve öyle çalacaksın’ dedi

“Bir an için gözünüzün önüne getirin; tarihimizde yaşamış yaşayacak en büyük Türk bir sanatçıya ‘Kemanının sapını omuzuma daya ve o şekilde en sevdiğim melodiyi çal’ diyor Ben de ibadet eder gibi huşu içinde Cavaradossi’nin aryasını çalmaya başladım Atatürk gözleri kapalı biraz madeni ahenkli biraz kısık çok tatlı çok anlamlı sesiyle melodiyi söylerken gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu Aryayı belki onbeş kez tekrarladım”

Prof Dr Remzi Atak’ın anlattığı bu anıdan da anlaşıldığı gibi Atatürk’ün en sevdiği yapıtların başında “Tosca” gelirdi

Atatürk’ün kurduğu küçük orkestranın şefliğini yapmış olan müzisyen Enver Kapelman Atatürk’ün bu yapıta düşkünlüğünü şöyle açıklıyor:



“Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşe olarak bulunduğu sırada devamlı operaya giderdi O sırada Tosca’da oynayan sopranoya hayrandı Aradan geçen yıllar bu sevgiyi O’na unutturamamıştı Akşamları O’na defalarca Tosca’dan parçalar çalardım”

Tosca’nın aryasıyla ilgili Veli Laik’in de başından geçen ilginç bir anı var:

“Viyana’da kurduğumuz bir hafif müzik orkestrasıyla bir süre Avusturya’da çalıştıktan sonra aldığımız bir teklif üzerine İstanbul’a gelmiştik Beş kişiydikRosenbaum (keman) Masarik (viyolonsel ve saksafon) Marcel Bi (piyano) Poldi (bateri) ve ben Orkestramız 1933-37 yılları arasında Atatürk’ün emrindeydi Sürekli olarak Park Otel’de çalışırdık ama Atatürk her gittiği yere bizi götürürdü

“1935 yılında Sıraselviler’deki Ateş Kulübü’nde Atatürk’ün yakını olan bir paşanın kızı evleniyordu Düğüne Atatürk de onur vermişti Törenin açılış dansını gelinle kendisi yapmak istemiş ama kulübün orkestrasını beğenmemiş Bizi çağırttı Acele Ateş Kulübü’ne gittik Atatürk’ün çok sevdiği SOE (Ich suche dringend Liebe) fokstrotunu çalmaya başladık ve Atatürk gelin hanımla açılış dansını yaptı

“Bir ara Atatürk bazı yakınlarıyla beraber ayrı bir odaya çekildi Orada da müzik çalınsın istemiş Oda küçük olduğu için Masarik ile ben gittik Bir süre çaldıktan sonra Atatürk arkadaşlarına ‘Size müzisyenlerin gücünü göstermek istiyorum’ dedi

“Nota kağıdı getirtti Masarik’e uzattı ‘Söyleyeceğim şarkıyı yaz’ dedi ve Tosca’nın büyük aryasını söylemeye başladı Masarik nota yazmasını pek bilmezdi Bana baktı Ben de ona Almanca ‘Bir şeyler yaz’ dedim Atatürk aryayı söylüyor Masarik yazıyordu Arya bitti ama Masarik’in yazdığı notanın parça ile hiç ilgisi yoktu Atatürk notayı aldı arkadaşlarına gösterdi ve her zaman müzisyenlere hayranlık duyduğunu söyleyerek bizi onurlandırdı Sonra notayı Masarik’e uzattı ve ‘Şimdi bunu çalın’ dedi Biz aryayı notaya bakar gibi yapıp ezbere çaldık Uzunca bir süre sonra Atatürk büyük salona çıktı Biraz oturduktan sonra Masarik’in yazdığı notayı istedi hemen getirip kendisine verdiler O da yaverini çağırıp ‘Bunu kulübün orkestrasına ver çalsınlar’ dedi Masarik ile ben Atatürk’ün masasında oturuyorduk Ne yapacağımızı şaşırdık Yavaşça ayağa kalktım orkestranın kemancısına yaklaştım ve meseleyi söyledim Orkestra elemanları nota kağıdına bakıp inceler gibi yaptılar ve ezbere bildikleri aryayı çalmaya başladılar Ben sevinçten yerimde duramıyordum Çok güç bir durumdan kurtulmuştuk Yavaş adımlarla yerimi almak üzere masaya döndüm Tam oturacağım sırada Atatürk bana döndü ve ‘Olduğun yerde biraz dur’ dedi



Sonra yaverini çağırttı kulağına bir şeyler söyledi Yaver büfeye gitti ve elinde bir bardakla döndü Bardağı bana uzattı Bir viski bardağına ağzına kadar rakı doldurmuşlardı Atatürk ‘Bir yudumda iç’ dedi Yapılan sahtekârlığı daha başında anlamıştı ve beni cezalandırıyordu İçkiye hiç dayanıklı değilimdir Rakıyı bir yudumda içtim Yan odalardan birine koştum kanepeye uzandım Bayılmışım”



Atatürk yalnızca Tosca Operası’nı ya da Klasik Batı Müziği’ni değil müziğin her türünü seviyordu Hiçbir ayırım yapmadan müziğin bizzat kendini çok seviyordu ve insan yaşamında müziğin çok önemli bir yeri olduğuna inanıyordu 14 Ekim 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyareti sırasında öğrencilerin “Hayatta müzik gerekli midir?” sorusuna verdiği şu yanıt bugün de aynı etkinliğini korumaktadır:

“Hayatta müzik gerekli değildir çünkü hayat müziktir Müzikle ilişkisi olmayan canlılar insan değildir Eğer söz konusu olan insan hayatı ise müzik mutlaka vardır Müziksiz hayat zaten var olamaz Müzik hayatın neşesi ruhu sevinci ve herşeyidir Yalnız müziğin şekli düşünceye göre değişir”
TOSCA
I. Perde
Siyasi suçlardan aranmakta olan Angelotti, içinde ailesine ait şapel bulunan, Sant'Andrea della Valle kilisesine sığınmıştır. Kızkardeşi Markız Attavanti onun serbest bırakılması için dua ederken, kilisede Meryem Magdalen portresini yapmakta olan ressam Mario Cavaradossi tarafından, kendisinin haberi olmadan, model olarak kullanılır. Kilisesinin zangoçu ve arkasından hemen Cavaradossi kiliseye girmeden önce siyasi suçlu aile şapeline girerek orada saklanır. Zangoç ressamın fırçalarını yıkayarak ona yardım eder. Ressam işine bir ara verdiğinde cebinden bir madalyon üzerinde bulunan minyatür resmi çıkarır ve ona sevdalı olarak bakar. Bu sevgilisi Tosca'nın resmidir. ressam Tosca ile kullandığı model arasındaki benzerliklere işaret eder (Cavaradossi: Recondita armonia – "Saklı armoni")
Zangoç bir karşılık olarak (adı atasözü gibi çok meşhur olmuş) bir şarkı söyler (Zangoç: Scherza con i fanti e lascia stare i santi - "Aptallara şaka yap fakat azizleri gökyüzündeki cennette bırak"). Orada Cavaradossi'yi resmini yapmaya devam etmesi için yalnız bırakarak ayrılır. Zangoç ayrılınca Angelotti saklandığı yerden çıkar. Cavaradossi arkadaşıdır ve aynı siyasi fikirleri beslemektedir. Angelotti Papalık Devletinin Roma'da hapisanesi olarak kullanılan Castel Sant'Angelo'dan nasıl kaçtığını anlatır. Bu sırada Tosca gelir ve konuşmaları yarıda kalır (Tosca: Mario! Mario! Mario!). Cavadarossi Angelotti'ye yiyecek birşeyler verir ve onun saklanmakta olduğu şapele geri girmesine yardım eder.
Florio Tosca şarkıcıdır ve o günkü temsilden sonra Cavaradossi'yle buluşmak için onu çağırmaya kiliseye gelmiştir. Fakat Tosca çok kıskanç bir kadındır. Kiliseye girerken Cavaradossi'nin kilisede bir kişiyle konuştuğunu duymuştur ve şüpheleri canlanmıştır. Onun bir kadınla gizlice görüştüğünü zannetmeye başlamıştır ve yaptığı Meryem Magdelana portresinde bulunan model de onun bu şüphelerini teyit eder gibidir. Tosca yapılan portrede gösterilen mavi gözlü kadını tanıyor gibi olduğunu açıklar. Sonunda Tosca Mario'nun Markız Attavanti'yi model olarak kullandığını anlar ve Mario'nun kendine yaptığı iltifatlardan dolayı da şüpheleri azalır. Portredeki model kadın mavi gözlüdür; halbuki Tosca ela gözlü olup Mario kimsenin onun gözleri kadar güzel olmayacağını söyler. (Cavaradossi: Qual occhio al mondo - "Dünyada hangi gözler seninkilerle kıyas edilebilir"). Kıskançlığı azalan Tosca kiliseden ayrılır ama ayrılmadan sevgilisine biraz nazla Magdalen'in gözlerini de kendilerinkinin ki gibi köyü renkli yapmasını tembih eder.
Angelotti tekrar gelir ve kaçması için plan hazırlanır. Kızkardeşinin kilisenin mihrabında saklayacağı kadın elbiselerini giyerek Cavaradossi'nin kır evine kaçacak ve orası aranırsa evin kuyusu içinde gizlenecektir. Cavaradossi, kendi hayatı pahasına da olsa bile, Angelotti'yi siyasal güçlerin elinden kurtarmaya andiçmiştir. (Cavaradossi: La vita mi costasse, vi salverò - "Eğer benim hayatıma mal olsa bile seni kurtaracağım."). Castel Sant'Angelo'dan atılan bir top siyasi hükümlünün hapishaneden kaçtığının öğrenildiğini ilan etmektedir ve kiliseden sığınma yerinden kaçmasının artık elzem olduğu anlaşılmıştur. Cavaradossi'de onunla birlikte kiliseden ayrılır.
Zangoç birbiriyle alay edip gülüşen çocuk korosu üyelerinden oluşan bir kalabalıkla kiliseye girer. (Zangoç ve koro: Tutta qui la cantoria! -"Herkes burada! Hadi yukarı kattaki koro mahalline!") Yanlış olarak öğrendiklerine göre Napolyon mağlubiyete uğratılmıştır ve burada bunu kutlamak için özel bir Te Deum şükür ayini yapmak istemektedirler. Aynı zamanda polis komutanı, Scarpia, ve yardımcısı Spoletta birçok polis ile kaçak mahpusu aramak üzere kiliseye gelirler. Attavanti'lere ait olan şapelde Markız'ın yelpazesini ve içinde hiç yiyecek ve içecek olmayan Cavaradossi'ye ait olan yemek sepetini bulurlar. Scarpia tehdit edici bir tavırla zangoça bunlar hakkında soru sorar; zangoç da Cavadarossi'nin şapelin anahtarını hiç almadığını ve hiç yemekle alakası olduğunu da söylemediğini belirtir. Scarpia zekice Çavdarossi'nin Angelotti'nin hapisten kaçışı ile bir bağlantısı olduğunu düşünmeye başlar.
Tosca kilisede kantatın söylenişine katkıda bulunması gerektiğini Cavaradossi'ye açıklamak istediği için kiliseye döner. Fakat onu orada bulamaz ama kıskançlık hisleri ile Cavaradossi'nin kendini aldattığına dair inancı depreşir. Bu sırada kilise Te Deum ayinine iştirak edecek inançlılarala dolmaya başlar. Bir Kardinal bu ayinin başında bulunacaktır. Scarpia gelip Attavanti'nin yelpazesini Tosca'ya gösterdiğinde Tosca'nın kıskançlığı artmış ve sınırlı olarak oradan ayrılmıştır. Scarpıa bir sivil polise onu takip etmesi emrini verir. (Scarpia: Tre sbirri, una carrozza - "Üç polis memeuru ve bir atlı araba"). Scarpia koyu bir inaçlı gibi dizlerine çöküp dualara ve ayine katılır. (Scarpia: Va' Tosca, nel tuo cuor s'annida Scarpia - "Git, Tosca. Senin kalbinde yuva yapan Scarpia'dır") (Koro: Adıutorium nostrum – "Benim desteğim Tanrının adınadır.")(Scarpia: A doppia mira tendo il voler - "Arzularımın iki hedefi vardır").
II.Perde
Scarpia akşam yemeğini yalnız yemektedir. Dışarıda ahalinin eğlenme sesleri duyulur. Bir hizmetkarına bir not verip onu Tosca'ya götürüp resitalini bitirdiği zaman onu kendiyle buluşmaya gelmeye davet eder. Onun kendi gücüne boyun eğince kendinin ne kadar mutlu olacağına dair şarkı söylemeye başlar. (Ella verrà per amor del süo Mario - "Mario'suna olan aşkı nedeniyle bana gelecek.") ve (Ha più forte şapore la conquista viölenta - "Zorbalıkla kadın kandırma aşka çok daha güzel bir çeşni verir.")
Spoletta tutukladığı Cavaradossi ile birlikte girer ama Angelotti kaçıp saklanmayı başarmıştır ve onu bulamamıştır. Scarpia ressamı sıkıştırıp sorguya çeker; ama Cavaradossi hiçbir şey ifşa etmez. Scarpia Cavaradossi'yi işkence edilmek üzere dışarı yollar. Scarpia bu sefer dikkatini Tosca'ya çeker. (Scarpia: Ed or fra noi parliam da buoni amici - "Şimdi iki iyi arkadaş gibi konuşalım." ) Scarpia ayrıntılarla Tosca'ya işkence edilen sevgilisinin çektiği azapları bir bir anlatır. Tosca sevgilisinin bağırmalarını duymaktadır ama elinde bir şey yapabilecek hiç gücü yoktur. Bundan bütün morali çökmüştür ve sonunda Angelotti'nin nerede saklandığını ifşa etmek zorunda kalır. Çavradossi tekrar yanlarına getirilir ve Scarpia ona Angelotti'nin saklanma yerini öğrendiğini söyler. İşkencenin açısından ve yineden sırrı saklayamamadan utandığı için Cavaradossi gizliliğe ihanet ettiği için Tosca onu kınayıp lafla ona hücum eder.
Sciareone girer ve daha önce gelen Napolyon'un mağlubiyeti hakkında haberinin yanlış olduğunu ve gerçekte Bonapart'ın kraliyet ordularını Marengo Muharebesi'nde galip geldiğini ilan eder. Buna (Cavaradossi:Vittoria! - Zafer!) diye alkışlayan Cavaradossi tutuklanıp götürülür. Tosca onu takip etmeğe çalışır ama Scarpia tarafından durdurulur. Mario'nun serbest bırakılmasının fiyatının ne olacağını Scarpia'dan sorar. (Scarpia: Mı dicon venal "Benim rüşvet yiyici olduğumu söylüyorlar.") Scarpia Tosca'ya aşık olduğunu söyler ve şehvetli bir tonla Tosca kendi bedenini, namusunu ve kendisini vermeye razı olursa bunu Mario'nın serbest bırakılma fiyatı olacağını söyler. Tosca kaçmak ister ama Scarpia onu durdurur ve orada ona tecavüz etmeye yeltenir. Tam bu sırada davul sesleri duyulur. Scarpia bunların Cavaradossi'nin idam yerine götürülüşmesi sırasında çalındığını açıklar. Tosca yorululur ve bayılır ama bu sırada Tanrı'dan kendisine yapılan eziyetlerinin nedeni sorar.(Tosca: Vissi d'arte, vissi d'amore - "Ben sanatım için yaşarım; ben aşk için yaşarım"). (Scarpia:'Sei troppo bella, Tosca, e troppo amante - "Sen çok güzelsin, Tosca. Sen çok sevgi taşıyorsun."). Spoletta girer ve Scarpia'nın polisleri tam onu Cavadarossi villasının kuyusunda bulmuş ve çıkartıp tutuklamakta iken Angelotti'nin intihar edip kendini öldürdigü haberini verir.
Hiç başka bir alternatifinin kalmadığını düşünen Tosca kendini vermeye hazırdır. Scarpia Spoletta'ya bir idam töreni hazırlamasını, fakat Tosca'yla kaçmasını sağlamak için bunun yapmacık olarak idam olmasını emreder. Tosca, Cavaradossi ile ülkeden kaçmaları için "güvenlikle-gitsinler" şeklinde bir belge hazırlamasını ister. Scarpia'nın bu belgeyi yazıp hazırlanmasını beklerken, Tosca'nın gözü masa üzerinde bulunan bir sivri bıçağa ilişir. Birden kendi bedenini ona vereceğine Scarpia'yı bıçakla öldürmesinin daha uygun olacağı fikirine aklı yatar. Scarpia Tosca'yı kucaklamak için ilerler ve tam kucaklamışken Tosca elindeki bıçağı onun kalbine saplar ve onu öldürür.(Tosca:Questo è il bacio di Tosca - "İşte bu Tosca'nın öpücüğü". Scarpia'nın naaşını düzgün bir şeklide yatırdıktan sonra Tosca kiliseden ayrılır. (E avanti a lui tremava tutta Roma - "Ve önünde bütün Roma titremişti."). Tam bu sırada uzaktan davul sesleri duyulmaya başlar.
III.Perde
Kilise çanları yeni günün başlamış olduğunu belirtmektedirler ve bir Çoban çocuk Romalı aksanı ile bir halk havası olan stornello söylemektedir. Hapishanede Cavaradossi idamını beklemektedir. Elinde kalan en son değerli şey olan yüzüğünü Gardiyan'a vererek onu Tosca'ya bir not götürmeye ikna eder. Hemen bu elvada mektubunu yazmaya koyulur. ( E lucevan le stelle - "Ve yıldızlar parlamaktaydılar"). Bu notun sonunda olan (E non ho amato mai tanto la vita - "Hayatımda hiçbir hayatı şimdiki kadar sevmedim.") satırını bitirdiği zaman ağlamaya başlar.
Tosca Spoletta ve bir çavuş ile birlikte gelir ve Scarpia'nın vermiş olduğu "güvenlikle gitsinler" belgesini getirmiştir. Tosca ona her ikisini de kurtarmak için Scarpia'yı öldürdüğünü söyler. (Tosca: İl tuo sangue o il mio amor volea - "O ya senin kanını ya da benim aşkımı istedi.") Cavaradossi onun ellerinde tutarak şu aryayı söyler. (Cavaradossi: O dolci mani - "O tatlı ellerin"). Tosca sonra yapmacıktan bir idam taklidi yapılacağını anlatır. Aşkla galip gelmeleri duyguları ile birlikte bir mesut gelecek hakkında düşlerini birbirine anlatmaya başlarlar (İkili: Şenti, l'ora è vicina - "Dinle, saat yaklaştı.")(Cavaradossi: Amaro sol per te m'era il morire - "Yalnız seni kaybetme yüzünden ölümün çok acı olacaktı.")(Tosca: Amor che seppe a te vita serbare – "Aşkım senin hayatını kurtarabilmeyi başardı."). Son final ikili: Trionfal... dı nova speme - "Yeni umutlarla. Zafer.")
Askerler ateş açarlar. Mario yere yığılır. Tosca alaylı olarak Mario'yu iyi rol yaptığı için tebrik eder. (Ecco un artışta - "İşte bir artist"). Askeri birlik ayrıldıktan sonra Tosca yerde yatan Mario'nun yanına koşar ve onun artık ayağa kalmasını söyler.(Su, Şu, Mario! Su presto andiam!). Fakat Mario hiçbir hayat eseri göstermez. Tosca olanı anlamıştır; Scarpia Cavadrodossi'nin hayatını bağışlamamıştır ve Spoletta'ya onun kurşuna dizilip idam edilmesi emrini vermiştir. Cavaradossi ölü olarak yerde yatmaktadır. Tosca bu gerçeği anladığı sırada, öldürülmüş Scarpia'yı yeni bulmuş olan Spoletta askerlerle birlikte gelir ve Tosca'yı Scarpia'nın katili olmakla suçlar. Tosca'yı tutuklamak için yanına gelmeye başlar. Fakat Tosca onu geri iter ve kalenin mazgalına çıkıp oradan kalenin duvarından aşağı kendini atıp kendini öldürür. ("O Scarpia, avanti a Dio!" - "O Scarpia, Tanrı önünde tekrar buluşacağız!"). Tosca ölümüne düşmekte iken orkestra Cavaradossi'nin daha önceki (E lucevan le stelle) aryasının temasını daha güçlü ama açıklayıcı klarinet sesi ile birlikte çalar.

Tosca yı dinlemek için ve daha fazlası için:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Tosca#I._Perde