30 Eylül 2011 Cuma

Avrupa’da 18. yüzyılda gelişen “Aydınlanma” dönemi aslında bir tepki felsefesidir. Zira, orta çağ adı verilen karanlık dönemde insanlar din adına korkunç işkenceler görmüşlerdir. Hatta meydanlarda, herkesin gözü önünde, ateşte yakılmışlardır. Bu türden, tamamen akıl ve mantıktan yoksun, vahşi davranışlara karşı bir tepki olarak aklın ve mantığın esas ölçüt olması gerektiği görüşünü savunmuştur, düşünürler.

Bu noktaya kadar tamam. Fakat akıl ve mantığı her türlü bilginin şekillendiricisi olarak kabul etmek, bir felsefe değil bir ideoloji olmaktadır. Zira ideoloji, kısıtlayıcı, inanç içeren, tek yönlü bir bakış açısıdır. 18. yüzyıla kadar din ideolojisi her türlü dünyevi ve uhrevi yaklaşımın tek ölçütü olduğu gibi, 18. yüzyıldan itibaren akıl ve mantığın süzgeci tek ölçüt sayılmaya başlanmıştır. Sezgiler ve içe bakış red edilmiş, onların bilimde yer alamıyacakları savunulmuş ve dış gözlemle deney esas tutulmuştur.

Günümüzde bu dışa dönük ve tümüyle nesnel bakış açısı sorgulanmaktadır. Her nekadar nesnel (objektif) bakış açısı tarafsız olduğunu savunsa dahi, gene de dış dünyanın bir yorumu olmaktan öteye gidememektedir. Dış dünyadan duyu organlarımıza ulaşan birtakım verileri biz yorumlayarak anlayabiliyoruz. Hiçbir zaman dış dünyanın aslını, esas dokusunu bilemiyoruz. Pozitif bilimler, ölçümü esas olarak kabul ederler. Her olayı ve nesneyi ölçmek isterler. Zira pozitif bilimlerin dili matematiktir ve matematiğin abecesi de sayılardır. Matematiksel bir ifade sayısal bir ifade demektir. Sayı ise ölçüm gerektirir.

Ancak, doğada her türlü yapı ve oluşum ölçülemez. Uzayın sonsuz büyük boyutları ve elementer parçacıkların sonsuz küçük boyutları söz konusu olduğunda ölçüm yapmakta temel zorluklarla karşılaşıyoruz. Bu zorluklar daha hassas ve güçlü aletler geliştirerek giderilebilecek türden zorluklar değildir. Yani ölçüm tekniğinin bir limiti bulunmaktadır ki, bu limit hem pratik hem de kuramsal olarak aşılamaz.

Ayrıca, kendi içimize dönüp baktığımızda sevgi, aşk, kin, nefret vs..gibi hislerin var olduklarını kabul ediyoruz ama bunları sayıya döküp ölçemiyoruz. Bu bakımdan günümüzün bilimi özneyi dışlar. Özneden gelen bilgileri yok sayar. Sadece nesnel bilgilere değer verir. Yani günümüzün bilimi katılımcı değil, gözlemci bir bilimdir.

Günümüzün postmodern felsefesi bu yaklaşımı sorgulamaktadır. Zira gözlem yaparak gerçeği bulmak mümkün değildir. 20. yüzyılda gelişen “kuantum kuramı” gözleyen ve gözlenenin bir bütün oluşturduklarını ve bunların birbirlerini etkilediklerini iddia etmiştir. 1982 yılında ise deney yoluyla bu iddianın doğru olduğu kanıtlanmıştır. Yani, biz gözlem yaparak dış dünyayı olduğu gibi değil, kendi görüş ve inancımızı da katarak algılıyoruz. Alet kullanarak ölçüm dahi yapsak gene de aletin verdiği sayıları yorumlamak gerekiyor. İşte bu noktada kendi görüş ve inançlarımız devreye giriyor. Genelde deney ve gözlemler bir kuramı doğrulamak veya red etmek için yapılır. Yani temelde bir görüş söz konusudur. Eğer gözlem ve deneyler bu görüş ile açıklanamazsa yeni bir görüş getirilir. Ama yeni görüş de sadece bizim zihnen yaratmış olduğumuz bir modelden öteye gitmez. Doğanın aslına yine ulaşamayız.

Doğayı anlama uğraşımız daima bir ikilem içermektedir. Herhangi bir nesnenin varlığından söz edebilmek için o nesneyi çevresinden yalıtmak ve belirtmek durumundayız. Nesnenin kendisi ile içinde bulunduğu arka zemin ikilemi (ayırımı) olmadan ne bilim yapılabiliyoruz ne de kavram üretilebiliyoruz. Bu düalistik (ikilemci) yaklaşımımız sonucunda evrende her varlığın bir karşıtını ve her etkinin bir tepkisini bulmaktayız. Maddenin karşıtı olan anti-maddeden ve çekici kuvvetlerin karşıtı olan itici kuvvetlerden söz ediyoruz. Ancak, bizlere farklı gibi görünen bu olgular, bir madalyanın iki yüzü gibi, tek bir gerçeğin iki farklı tezahürü (yansıması) olarak algılanmalıdır. Zira, doğanın aslında ikilik değil teklik vardır. Fakat varlıklar aleminde ikilikten de kaçış yoktur. İkilik olarak algıladığımız her olgunun altında gizli duran bir temel simetri yatmaktadır. Evrende her varlık, en küçükten en büyüğe, bu temel simetriyi yansıtır.

Işık konusunda, örneğin, ‘ışık hızı’ aşılması mümkün olmayan bir limit hız olarak kabul edilir ve tüm evrenin sadece ışıktan yavaş hareket eden parçacıklardan ibaret olduğu var sayılır. Oysa ki görelilik (rölativite) kuramına göre ışık hızından daha yüksek hızlarda hareket edebilen parçacıklar var olabilmektedirler. Takiyon adı verilen bu parçacıklar zamanda geriye doğru gitmekte ve sanal kütleli olmaktadırlar. Işıktan hızlı ve sanal kütleli parçacıkları hiçbir aletle gözleyemeyiz. Sanal (imajiner ‘kök içinde eksi bir sayı’) kütleli bir parçacığı gözlemek mümkün değildir, çünkü sanal kütle ölçülemez. Bir diğer zorluk da Takiyonların gelecekten geçmişe hareket etmelerinden dolayı bizim ölçüm aletlerimizle girişime girmelerinin olanaksız oluşudur. Biz, neden sonuç içinde geçmişten geleceğe gelişen olayları ölçeriz. Tersini ölçemeyiz, zira evrenimizde nedensel olaylar hep geçmişten geleceğe doğru gelişirler.

Bu nedenselliğin bir diğer yansıması da Termodinamiğin ikinci prensibinde belirir. Bu prensibe göre kendi haline bırakılan kapalı bir sistem içindeki parçacıklar hep düzenli bir dağılımdan en düzensiz dağılıma doğru hareket ederler. Bir kapalı kap içindeki hava molekülleri her tarafa eşit miktarda yayılırlar. Bir köşeye toplanıp diğer hacmi boş bıraktıkları görülmez. Yani doğada hep düzenden düzensizliğe doğru bir değişim vardır. Bunun nedeni ise evrenimizin ışıktan yavaş hareket eden maddesel parçacıklardan oluşmuş olmasıdır. Bu nedenle de zaman geçmişten geleceğe doğru ilerler, gibi görünür bizlere.

Peki ama Takiyonlar nasıl davranırlar? Işıktan hızlı hareket ettiklerine göre onların termodinamiği bizimkinin tam tersi olacaktır. Düzensizlikten düzene doğru hareket edeceklerdir. Işıktan hızlı hareket ettiklerinden onların en yavaş hızı da ışık hızı olacaktır. Takiyonlar düzen sağlayıcı parçacıklardır ama bizim evrenimizle etkileşmeleri mümkün müdür? Evet, bunu da Kuantum kuramının belirsizlik prensibi sağlar. Nasıl ki radyoaktif bir çekirdek aniden bir gama ışını salarsa ve bu ışın ne zaman salınacağı bilinemezse, aynı şekilde hudut bölgede (ışık hızı bölgesinde) Takiyonlar bizim evrenimize geçip etkileşirler. Bu olaya ‘Tünel Olayı’ da denir. Bir tünelden geçer gibi bir başka alemden (evrenden) bizim evrenimize geçerler ve anlık bir etkileşme ile tekrar kendi evrenlerine dönerler. Bu öylesine kısa bir süredir ki “on üzeri eksi kırk saniye” gibi bir süre içinde etkileşme sona erer. Ama olay sürekli bir tekrar içindedir. Bu kısa süreyi ölçecek hiçbir alet henüz yoktur, olacağı da şüphelidir. Zira belirsizlik prensibi dolayısıyla ölçülen hakkında kesin bir bilgi de edinmek olanaksızdır. Şimdi Takiyonların etkisini görelim.

Sanal kütleli Takiyon evreni bizim evrenle çok kısa süreler içinde etkileşmektedir. Her etkileşme bir ufak değişim, bir yeni denge durumu demektir. Gündelik hayatımızdan bir benzetme yaparak anlamak istersek alternatif şehir ceryanına benzetebiliriz. Şehir ceryanı sürekli olarak artıp azalır. Yani, sürekli olarak çok kısa aralıklarla bir var olur bir yok olur. İşte Takiyonlar bu tür bir etki ile evrenimize düzeni getirmektedirler. Işıktan yavaş hareket eden parçacıklar Entropiyi (düzensizliği) arttırırken, gelecekten geçmişe hareket eden Takiyonlar Entropiyi azaltarak düzeni sağlarlar. Sonuçta bizim evrenimizde gördüğümüz her türlü doğa yasasının nedeni Takiyonların getirdiği etkidir.

Olaya Takiyonların yarattığı iki zıt kuvvet olarak da bakabiliriz. Takiyonların her var oluşu bir itme kuvveti ve her yok oluşu bir çekme kuvveti yaratıyor da diyebiliriz. Bu durumda sürekli olarak itme ve çekme kuvvetlerinin denge durumu söz konusudur. Bu iki kuvvet birbirlerine eşit veya çok yakın iseler nesne varlığını sürdürür veya çok yavaş bir değişim içinde olur. Eğer bunlardan bir tanesi diğerine göre hayli üstün ve güçlü ise cisim ya büyür ve genişler veya küçülür ve daralır. Evrende her var olan bu tür bir değişim içinde değil midir? Yıldızlar ve galaksiler dahi doğuyorlar ve belli (bize göre oldukça uzun) bir süre sonra da yok oluyorlar.

Yeni Çağ bilimi Takiyonların da varlığını kabul etmek durumundadır. Zira evrende her varlığın bir simetrik karşıtı olması gerekmektedir. Ancak bu simetrik karşıta bir hasım olarak değil, aynen Yin ve Yang gibi, bütünsel teklikten doğan tamamlayıcı bir eş olarak bakmak gerektiği kanısındayım

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/uzay-bilimleri/334989-isiktan-hizli-parcaciklar.html#ixzz1Yn4TzVm4

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder